Plazalarda, sosyal medya vitrinlerinde, kurumuş çayların üzerine köprü kuran modern narsisistleriz hepimiz. Peki ‘güneşe çıplak gözle bakma’ vakti geldiğinde, bizi o devasa Egomuz mu kurtaracak yoksa onun kutsal intiharı mı? Dede Korkut’tan Irvin Yalom’a uzanan varoluşsal bir yüzleşme.
By Gemini
Varoluşçu psikoterapinin rock starı Irvin Yalom, o meşhur Güneşe Bakmak kitabında sarsıcı bir tespitte bulunur: “Ölüm de tıpkı güneş gibidir; yüzüne çıplak gözle uzun süre bakamazsınız.”
Ölüm, bilinçdışımızın en karanlık mahzeninde saklanan, yüzleşmekten ölesiye korktuğumuz o kör edici gerçektir. Ve insan, bu güneşe bakmamak için her şeyi yapar; gökdelenler diker, imparatorluklar kurar, estetik ameliyatlar olur, hiç ölmeyecekmiş gibi on yıllık kariyer planları yapar. Hepimiz, içten içe “özel” olduğumuza ve o sonun bize uğramayacağına dair gizli bir inanç taşırız.
Peki, Türk mitolojisinde bu “ölüm inkarını” en gürültülü, en “delice” ve en tanıdık şekilde yaşayan kimdir? Tabii ki Dede Korkut’un o en paradoksal karakteri: Deli Dumrul.
Çoğumuz onu lise edebiyat derslerinden, köprüsünden geçenden 30, geçmeyenden 40 akçe alan o absürt kabadayı olarak hatırlarız. Bir kahramanlık hikayesi zannederiz. Oysa Duha Koca Oğlu Deli Dumrul, derinlemesine okunduğunda bir yiğitlik destanı değil; patolojik bir narsisizmin, inkar edilemez bir gerçeklik olan Ölüm (Azrail) ilkesine toslayıp paramparça olmasının ve o enkazdan “sahici” bir insan olarak doğmasının hikayesidir.
Bugün Freud’u, Yalom’u ve Heidegger’i yanımıza alıp o kurumuş çayın kenarına inelim. Çünkü Dumrul’un hikayesi, aslında hepimizin hikayesi.
Kurumuş Çay ve “Grandiyöz” Narsisizm
Hikaye o kadar sembolik ve aslında o kadar “modern” bir detayla başlar ki, insan Dede Korkut’un dehasına şapka çıkarır: Deli Dumrul, kurumuş bir çayın üzerine köprü kurar.
Lütfen dikkat edin; su yok, akıntı yok, ihtiyaç yok. Ama köprü var. Ve üstelik haraç var. Psikanalitik açıdan bakarsak bu, ”Grandiyöz (Büyüklenmeci) Narsisizm”in en saf halidir. Dumrul, doğanın kurallarına, suyun akışına, mantığın gerekliliğine bile ihtiyaç duymaz. O, kendi gerçekliğini yaratır. “Benden daha güçlüsü, benden daha delisi var mı?” diye haykırırken, aslında içindeki o derin “anlamsızlık” kuyusunu (kurumuş çay), dışarıya devasa bir güç gösterisi yaparak (köprü) kapatmaya çalışır.
Freud buna “Omnipotence” (Tüm Güçlülük Sanrısı) der. Bebekler dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanır, ağladıklarında güneşin onlar için doğduğunu düşünürler. Dumrul da aslında büyüyememiş, devasa bir bebektir. Sınır tanımaz, kural tanımaz. Çünkü sınırları kabul etmek, sonlu olduğunu, yani “ölümlü” olduğunu kabul etmektir. Dumrul’un köprüsü, ölüme ve hiçliğe karşı ördüğü narsisistik bir zırhtır. O, kuralların üzerindedir.
Ta ki “Gerçeklik İlkesi” kapısını çalana kadar.
Sınır Durum: Azrail ile “Uyanış Deneyimi”
Dumrul’un köprüsünün yakınında bir yiğit ölür, ağlaşmalar başlar. Dumrul hiddetlenir, “Benim köprümün yanında bu gürültü nedir?” diye sorar. Azrail’in can aldığını öğrenince, narsisizminin o kör edici kulesinden Tanrı’ya, evrene, kadere meydan okur: “Bre Azrail dediğiniz ne kişidir? Ben o Azrail’i tutayım, hışmınan dar edeyim!”
Bu, Ernest Becker’in meşhur kitabında anlattığı ”Ölümün İnkarı”dır. Dumrul, ölümü soyut bir kavram sanar. Yenilebilir, dövülebilir, kılıçla korkutulabilir bir düşman zanneder. Kendisinin “istisna” olduğuna inanır. Tıpkı bizim gibi. “Ölüm var ama bana uğramaz, en azından şimdi değil” sanrısı.
Ancak Tanrı bu kibre cevap verir ve Azrail’i gönderir. Azrail göründüğünde hikaye, mitolojiden çıkıp saf bir korku gerilimine, bir psikolojik gerilim filmine dönüşür: “Deli Dumrul’un görür gözü görmez oldu, tutar elleri tutmaz oldu. Dünya alemi başına dar oldu.”
İşte bu an, Alman filozof Karl Jaspers’in “Sınır Durum” dediği andır. Gündelik telaşların, maskelerin, unvanların, “Ben şöyle yiğidim, böyle zenginim” masallarının işe yaramadığı o soğuk duvar. Azrail, Dumrul’un “Ben özelim” diyen narsisistik balonunu tek bir bakışla patlatır. O pervasız (Deli) adam gider; yerine titreyen, pazarlık eden, çaresiz bir “fani” gelir. Dumrul ilk kez, evrenin merkezinde olmadığını dehşetle fark eder. Güneşe çıplak gözle bakmıştır ve gözleri yanmaktadır.
Ebeveyn İlüzyonunun Sonu: “Can Tatlıdır”
Canını kurtarmak için Tanrı’yla pazarlığa girişen Dumrul’a bir şans verilir: “Canın yerine can bulursan seni affederim.” Dumrul hiç tereddüt etmeden “Babam vardır, vereyim, al canını” der.
Burası hikayenin en can alıcı ve en rahatsız edici yeridir. Burada narsisizmin, “nesne ilişkileri”ndeki karanlık yüzünü görürüz. Heinz Kohut’un tabiriyle Dumrul için babası ve annesi, ayrı birer birey, ayrı birer “özne” değildir. Onlar birer ”Kendilik Nesnesi” dir. Yani Dumrul’un uzantısıdırlar. “Nasıl olsa yaşlandınız, sıranızı bana verin, ben daha gencim, ben daha önemliyim” mantığıyla, onları bir kaynak olarak görür.
Koşarak babasına gider ve o tokat gibi cevabı alır: “Dünya şirin, can tatlı, veremem.” Annesine gider, o da vermez.
Bu reddediliş, Dumrul için Azrail’den daha büyük bir yıkımdır. Neden biliyor musunuz? Çünkü bu an, çocukluğumuzdan beri inandığımız o ”Kurtarıcı Beklentisi”nin iflas ettiği andır. “Ne olursa olsun annem/babam beni kurtarır” illüzyonu çöker.
Yalom buna “Varoluşsal Yalnızlık” der. Dumrul anlar ki; anne-baban bile olsa, ölüm karşısında yapayalnızsın. O tabuta tek başına gireceksin. Kimse senin yerine nefes alamaz, kimse senin yerine ölemez. Bu sahne, Dumrul’un “çocuksu narsisizminin” ölümüdür. Büyü bozulmuştur. Dumrul, dünyada “biricik” olmadığını, herkesin (annesinin bile) kendi canını düşündüğünü acı bir şekilde öğrenir.
Egonun İntiharı ve “Biz”in Doğuşu
Her kapı yüzüne kapanan Dumrul, son çare eşine gider. Ama dikkat edin; artık can istemeye değil, vedalaşmaya gider. Çünkü ailesinden yediği ret cevabıyla umudu kesmiş, ölümü kabullenmiş, egosunun kibri kırılmıştır.
Ve eşi, Türk mitolojisinin belki de en devrimci, en “anti-bencil” cümlesini kurar: “Senin canına benim canım kurban olsun.”
İşte hikayenin “kırılma” ve şifalanma noktası burasıdır. Normalde, narsisist bir yapı bu teklifi havada kapar. “Harika! Sen öl, ben yaşamaya devam edeyim” der. Çünkü narsisist için öteki, sadece kendi yaşam ateşini besleyen bir odundur.
Ama Dumrul değişmiştir. Azrail’le (Ölümle) yüzleşmek ve ebeveynleri tarafından reddedilmek (Yalnızlık), onda bir “Dönüşüm” yaratmıştır. Eşinin bu saf, hesapsız, pazarlıksız sevgisi karşısında Dumrul, Tanrı’ya şöyle yakarır: “Ya ikimizin canını beraber al, ya ikimizi beraber yaşat.”
Bu cümle, psikolojik bir devrimdir. Bu, Egonun (Ben’in) kutsal intiharıdır. Dumrul, kendi biyolojik varlığını sürdürmek pahasına, sevdiği kadını feda etmeyi reddeder. Martin Buber’in “Ben-Sen” (I-Thou) ilişkisi dediği o kutsal alana geçer. Artık o, köprü başındaki bencil kabadayı değildir.
Yalom’a göre ölüm anksiyetesinin tek gerçek ilacı, sahici bir bağ kurmaktır. Dumrul, o kurumuş çayın üzerindeki yalnızlığından, eşiyle kurduğu “sevgi birliğine” geçer. Ve bu teslimiyet, Tanrı katında kabul görür. Tanrı, Dumrul’un ve eşinin ömrüne 140 yıl katar.
Sonuç: Egonu Öldürmeden Ruhunu Kazanamazsın
Deli Dumrul hikayesi, Azrail’e kılıç çeken bir delinin komik macerası değildir. Bu hikaye, insanın narsisistik kibrinin, ölüm gerçeğiyle törpülenip “insanlaşma” sürecinin reçetesidir.
Hikayenin başında Dumrul, ölümü inkar ettiği için “Deli”dir. Hikayenin sonunda ise, ölümü ve sevgiyi kabul ettiği için “Bilge”leşmiştir. Verilen 140 yıl ömür, aslında biyolojik bir süre uzatımı değil; “Farkındalıkla” ve “Sevgiyle” yaşanmış, Egonun hapishanesinden kurtulmuş, “kaliteli” bir ömrün metaforudur. Yalom’un dediği gibi; “Bazıları ölümü inkar eder, bazıları ise ölümü kullanarak yaşamın tadını çıkarır.”
Bugün modern dünyada, plazalarda, sosyal medya profillerinde, o ışıltılı hayatlarımızda bizler de birer Deli Dumrul’uz aslında. Kariyerlerimizle, takipçi sayılarımızla, biriktirdiğimiz paralarla, “kurumuş çayların üzerine” devasa köprüler kuruyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi, doğaya, zamana ve birbirimize meydan okuyoruz. Kendimizi “istisna” sanıyoruz. Estetiklerle yaşlanmayı, başarılarla anlamsızlığı örtmeye çalışıyoruz.
Ama hepimiz, eninde sonunda o köprünün başında o Sınır Durum ile karşılaşacağız. O gün geldiğinde, bizi o varoluşsal dehşetten kurtaracak olan şey; kurduğumuz köprülerin ihtişamı, kartvizitlerimiz veya banka hesaplarımız olmayacak. Bizi kurtaracak olan tek şey; “Canın yerine canım olsun” diyebilecek kadar sevebilmek ve “Ya biz, ya hiç” diyebilecek kadar o şişkin Egomuzdan vazgeçebilmektir.
Geriye dönüp baktığımızda Dede Korkut, kopuzunu eline alıp bize bin yıl öteden şu kadim terapiyi fısıldıyor: Ölümden korkma. Sevgisiz ve sadece “Ben” diyerek yaşanmış, içi boş bir hayattan kork.
By Gemini
Deli Dumrul, Yalom ve Azrail: Narsisizmin Ölümle Dansı ve Egonun Kutsal İntiharı was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.