Cumhuriyet’in varlık ve yokluk hattı

Cemal SALMAN* 

Âşık Veysel, 1956 yılında kaydedilmiş bir röportajında1 anlatıyor: Nahiye müdürünün isteğiyle Cumhuriyetin 10. Yılı için bir destan yazar. Destanında hem düşmandan hem şeriattan kurtulmanın önemini, ilerlemenin ve adaletin nimetlerini anlatıp “Çok şeref kazandık bayramımızdan” der. Sonrasında bu destanı Atatürk’e duyurmak için zorlu bir uğraşa girer ama bir türlü muradına eremez. Nahiye müdürü Ankara’ya yollama sözünü tutmayınca, bir arkadaşıyla kara kışta, Sivas’tan yaya olarak Ankara yoluna düşerler. Üç ayın sonunda Ankara’ya ulaşırlar. Ne kalacak yer ne üstte başta doğru düzgün kılık kıyafet ne cepte beş kuruş… Ankara’ya ulaşırlar ama bu halde “cumhurun kalbine” yaklaşmak zordur. Yine de yılmadan çabalarlar. Hikâyenin bir tarafında hakir görme, hırpalama, öteleme vardır; bir tarafında iltifat, Halkevi’nde ağırlama, şiirini yayımlama, radyodan sesini duyurma. Belediye reisinin köyüne dönebileceği kadar harçlık vermeye tenezzül etmediği Garip Veysel, Alevi âşıklığı yanında bir büyük “Cumhuriyet ozanı” olarak da anılacaktır.

Bu kısa hikâyenin her detayı, Cumhuriyet’in Alevilere, Alevilerin de Cumhuriyet’e bakışının hemen bütün kodlarını içeriyor. Bu kodların tarihsel kökleri Osmanlı Devleti dönemine uzanır. Safevilerle bağlantılı oldukları gerekçesiyle Anadolu’nun doğusundaki Kızılbaş Aleviler kıyım ve kovuşturmaya uğrarken, batıda, Trakya ve Balkanlar’da Bektaşilerin durumu görece rahattır. Bir tarafta “zındık-mülhid” görülen Alevilerin katline ferman çıkarken Yeniçeri ocağında Bektaşi gülbenkleri okunur. Şeri İslam ve millet sistemine dayalı “din ü devlet” düzeninde ne Müslüman ne gayrimüslim sayıldığı için “var-yok” bir topluluk olarak Aleviler; iktidar, siyasal alan ve Sünni kültürle asgari ilişki içinde, ulaşılması güç bölgelerde kendi inanç, kültür ve toplum düzenlerini dini-edebi bir form içinde aktararak Cumhuriyet dönemine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

CUMHURİYET’İN KÖKLERİ

Cumhuriyet döneminde de Alevi siyaseti Osmanlı dönemi gibi “ikili” görünümünü korur ama içerik ve biçim farklıdır tabii. Henüz Cumhuriyet kurulmadan, Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal’in Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaretiyle başlayan temas, yeni devletin Osmanlı mirasını reddeden tutumu, devleti ve toplumsal alanı laikleştirme/sekülerleştirme adımları ile Aleviler bakımından bir “ümide” dönüşür. Osmanlı döneminin “var-yok” geriliminin ardından, Cumhuriyetle gelen yurttaşlık hakları, Aleviler bakımından hayatidir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, medeni kanunun şeri hukuktan arındırılması, toplumsal hayatın ve devlet yönetiminin laik-seküler esaslarla yeniden inşası; modernleşme projesinin, eğitim seferberliğinin ve altyapı yatırımlarının Alevi köylerine kadar ulaşması, Alevileri Cumhuriyet idealine yakınlaştırır. Mustafa Kemal’in manevi şahsına ve Cumhuriyet’in yurttaşlık ve laiklik idealine bağlılık anlatısı köklerini buralarda bulur.

MAKBUL YURTTAŞLIK

Cumhuriyetin kurucu kadroları ve ilk dönem elitleri de Alevileri “Türk milli kültürünün bozulmamış taşıyıcıları”, Aleviliği de bir “milli folklorik öge” olarak yeni ulus inşa projesine dâhil eder. Alevilik ve Aleviler “kültür” sınırında kaldığı sürece hoş görülür hatta cumhuriyetin “yılmaz bekçileri” olarak benimsenirken Alevi inancı ve Aleviliğin dini pratikleri kâh batıl-ilkel kâh “yüksek İslam dışı” görülüp reddedilir. Diyanet İşleri Reisliği bünyesinde Sünni İslam kurumlaştırılır, Alevi tekke ve dergâhları kapatılır, inanç kurumları ve ibadetleri yasaklanır. Sünni İslam’ı esas alan din-devlet bağı, “makbul yurttaşlığın” dini ayağında Alevilerin sayılmaması, Dersim katliamı gibi örtük-açık devlet pratikleri de Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliğinin kanıtları olarak görülmüştür. 

Cumhuriyet’in ilk 50 yılında Aleviler halen çoğunlukla kırsal-dağlık bölgelerde yerleşiktir. Eğitim, istihdam, kamusal görünürlük, ekonomik ve sosyal sermaye bakımından zayıf bir topluluktur. Cumhuriyet’in ikinci elli yılı ise Alevilerin –maruz kaldıkları katliamlar, yaşadıkları onca olumsuzluğa rağmen- kırsal habituslarını kırarak kentlere aktığı, modernleştiği, inanç, kültür ve kimliklerini yeniden inşa ettikleri bir yarım yüzyıla karşılık gelir. Bugün artık Türkiye’de ve yurt dışında binlerce dernek, vakıf, dergâh ve birlik altında örgütlenmiş; bilimden kültür ve sanata, siyasetten iş dünyasına, medyadan türlü sivil demokratik harekete, toplumsal hayatın hemen her alanında var olma ve söz üretme mücadelesini sürdüren; eğitim yoluyla yükselme, ekonomik değişim, toplumsal örgütlenme, siyasal etki, kamusal görünürlük, kültürel zenginlik, kimlik mücadelesi bakımından yüz yıl öncesine göre bambaşka bir Alevi toplumundan söz edebiliyoruz.

Alevilerin geçtiğimiz yüzyıldaki kazanımları, Alevi toplumsal hareketinin mücadelesi baki olmak üzere, Cumhuriyet modernleşmesinin getirdiği imkânlar dâhilindedir. Alevi inancına, ibadethanelerine, kültür ve kimliğine yaklaşımdaki sorunların Cumhuriyet’in ilk yüzyılı sonunda halen çözülmemiş olması vakıadır. Fakat Cumhuriyet’in Alevilere yurttaşlık, laik-seküler toplum, kamusal görünürlük, kültürel temsil, ekonomik, toplumsal ve siyasal hayata dâhil olma gibi bakımlardan son beş yüz yıllık tarihlerinde hiç olmadığı kadar alan açtığının da hakkını teslim etmek gerekir.

HERKESİN CUMHURİYETİ!

Geçtiğimiz elli yılda Cumhuriyet hükümetleri Alevileri bir “inanç toplumu” olarak görmezden gelmeye devam etmiş, sadece “kültür ögesi” olarak kabullenmeyi sürdürmüş; Aleviler yaşadıkları coğrafyalarda defalarca katliama uğramış, göçe zorlanmış, ne kaldıkları ne gittikleri yerlerde ayrımcılıktan ve ötekileştirmeden kurtulamamış olsalar da belki devlete-hükümetlere, siyasete ve topluma değil ama cumhuriyetin temel değerlerine dair ümitlerini yitirmemişlerdir. Çünkü bu değerler, uygulamada ne kadar eksik kalırsa kalsın, idealde eşit yurttaşlığa, laikliğe, seküler yaşama, demokratik yönetime, barışa, özgürlük ve adalete dayanır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılının başlarındayız. Bugün ideal laikliğe kavuşma mücadelesi kadar mevcut laiklik kazanımlarının korunması; bütün inanç, kültür ve kimliklerin bir arada, eşit ve özgür bir zeminde, barış içinde yaşaması; seküler yaşama yönelen tehditlerle mücadele, sadece Alevilerin değil aynı değerleri paylaşan bütün toplumun önünde bir varlık-yokluk hattı olarak durmaktadır. Alevilerin ilk yüz yılda yaşadıkları onca olumsuzluğa rağmen “cumhuriyet idealine” bağlılıklarının neye karşılık geldiği, bu değerlerin önemi, ikinci yüzyılın başında çok daha geniş toplum kesimlerince, daha iyi anlaşılıyor olmalı. İkinci yüzyılında nasıl bir cumhuriyette yaşayacağımız; eşitlikçi, laik, demokratik cumhuriyeti sadece Garip Veysel’in, yoksul olanın, azınlık olanın, kıyıda olanın, ötede bırakılanın “ümidi” değil, “herkesin cumhuriyeti” kılmayı başarıp başarmamaya bağlı olacak. Bu başarılırsa sanırım, herkes diyecek, “yaşasın cumhuriyet”!

* Akademisyen

1 Aşık Veysel’in (Afyon) Dinar gezisinde şair Nedret Gürcan tarafından kaydedilen bu röportajın tam metnine şuradan ulaşılabilir: