Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokrasi ve kamusallık mücadelesi

Gürkan AKGÜN – Silivri Cezaevi 9 no.lu / C-64

İstanbul’un Anadolu Yakası – Kadıköy civarında oturan/çalışan ya da bir sebepten ötürü yolu o tarafa düşenler, minibüse bindilerse şayet; “şuradan bir Ziverbey uzatır mısın? / Ziverbey’den geçer mi?” sorularını sormuş veya bunlara muhatap olmuştur. İşte o Ziver Bey 1908 yılında yeniden tertip edilecek Anayasal düzenin, II. Meşrutiyet dönemi İstanbul Şehremini, yani bugünkü mevkisiyle Belediye Başkanıdır. Bu tarihte Belediye Meclisi ilk kez seçimle oluştuğundan, kurulan 20 belediye dairesinde (ilki 6. Daire olan Beyoğlu’dur) seçilen Meclisle (Cemiyet-i Umumiye-i Belediye) erken dönem iki kademeli Büyükşehir Belediyesi yönetim modelinin hayata geçirilmiş olmasından bahsedebiliriz. 

Cumhuriyetin 102. yılını devirdiği, İstanbul Şehremanetinin kurulmasının (1855) üzerinden 170 sene geçtiği bugünlerde halkın iradesinin yok sayıldığı Bayrampaşa Başkanvekili seçimleri ile iktidar el değiştiriyor, milyonlarca İstanbullunun oylarıyla seçilmiş İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, kalan aklımıza da tamamıyla durgunluk verecek başka hangi suçlamadan daha tutuklanacağını bekliyor, Türkiye’nin en kalabalık ilçesi olan Esenyurt Belediyesi’ndeki kayyumluğun sene-i devriyesini idrak ediyorduk. Peki, ülkenin doğusundan batısına belediyeleri, üniversiteleri ve hatta şirketleri kayyumla yönetilen bir rejim nasıl tarif edilebilir? 

Yüzyılı aşan Cumhuriyette halkın iradesinin tecellisine yönelik mücadele, deneyim ve birikim elbette ki sürekli ilerlemeci bir şekilde gelişmedi. Ama iyi-kötü demokratikleşme tarihimizde darbeler, kesintiler olsa da merkez-yerel çekişmesi, bağımlılık-vesayet ilişkileri dolambaçlı bir güzergahta seyretse de bugün; “acaba kayyumlar kalıcı mı olacak, geçici mi?” ve hatta; “acaba bir daha seçim olur mu?” soruları zihnimizin köşesinden dahi geçmiyor olurdu. 

MERKEZİLEŞME EĞİLİMLERİ

Makro ölçekte rejime ilişkin gidişat bir yana, görünen o ki; iktidarın merkezileşme eğilimleri hemen her alanda sürmeye devam edecek. Müsilaj gibi bir musibetten Marmara Bölgesi’nin kıyılarını ve Adalar’ı “Özel Çevre Koruma Bölgesi” ilan ederek yetki devşiren bir zihniyet, geçen haftalarda meclisin gündemine gelen Vakıflar Kanunundaki düzenleme ile İBB’nin, diğer yerel yönetimlerin ve hatta farklı kamu kurumlarının elinde bulunan birçok mülkiyetin devrini de almaya niyet edecektir. Böylelikle 2019 sonrasında apar topar İBB’den alınan Galata Kulesi, Gezi Parkı gibi alanların mahkeme süreçlerinde bilirkişi raporları vakıf eseri olmadığını açık bir biçimde ortaya koymuş olmasına rağmen kamu lehine alınan yargı kararları hükümsüz hale gelebilir. Kamu lehine diyorum çünkü bu durum politikleştirilmesi gereken çok önemli bir kamusal alan tartışmasını ve mücadelesini beraberinde getirmelidir. Yakın dönemde halkın özgürce kullanımına açılan Müze Gazhane, Feshane, Çubuklu Silolar ve daha birçok kültürel varlığın kamusal kullanımı farklılaşabilir, özelleşebilir. Bu durum aynı zamanda geçmiş dönemde kimi vakıf, dernek veya başka çevrelere tahsis edilmiş yerlerin son altı yılda zorlu hukuki mücadelelerle geri kazanılarak halkın ihtiyaçları doğrultusunda yurt, kreş, kent lokantası vb hizmetler için ayrılmasına engel teşkil edebilir. Tüm bu öngörüler yakın zamanda gündeme gelecek yerel yönetimlere yönelik yasa tasarısı teklifi ile –muhtemelen de merkezileşme eğilimlerini güçlendirecek biçimde- daha belirgin hale gelecektir. 

HİKÂYEMİZİ YAZACAĞIZ

Kıyı alanlarının işgalinden orman tahsislerine; askeri alanların imara açılmasından, kamusal alanlarda geliştirilen rant odaklı gayrimenkul geliştirme projelerine kadar Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir biçimde kamu mülkiyetinin el değiştirmesi, paraya tahvil edilmesi ve belirli bir zümrenin ayrıcalığı gözetilerek paylaştırılması ile karşı karşıyayız. Baştan aşağı sınıfsal bir mesele… Yargı süreçlerinin neredeyse bir prosedüre dönüştüğü, hukuki denetimin ortadan kalktığı, böylelikle toplumun büyük çoğunluğunun koca bir kaybedenler ordusuna dönüştüğü bu tabloyu tersine çevirecek bir iradeye ihtiyacımız var. Toplumcu, eşitlikçi bir siyasetin, sadece başına bir şey geldiğinde savunmacı pozisyonda kalmadan; kamusal mülkiyet üzerindeki hak, yetki ve kararların demokratikleştirilmesi, bu alanların halkın ortak yararına kullanımının sağlanabilmesini bir program dahilinde önüne koyması gerekir. Mülkiyet üzerinde düzenleyici bir işlem olan imar planlarının demokratik, şeffaf, yerel halkın katılımına açık, toplumsal adaleti ve kamu yararını gözetecek bir biçimde politik tercihin hayata geçirilmesinden ve bunun için mücadele verilmesinden bahsediyorum. Çünkü merkezi iktidarın bir sonraki hamlesi tam da bu yaklaşımın hilafına –ama söylemde bu kavramları terennüm ederek- yasal ve yönetsel altyapıyı şekillendirmek olacaktır. 

İşte bu yüzden Halkçı Belediyeciliğe sahip çıkmak, 21. Yüzyılın ikinci çeyreğinde yenilikçi ve demokratik bir perspektifle onu geliştirmek de aynı zamanda bir Cumhuriyet mücadelesidir. Cumhuriyet olmuş bitmiş bir yönetim şekli değildir. Bir inşa halidir. 102 yıllık bir hikayeyi özgürlük, adalet, kalkınma ve demokrasi idealleriyle geleceğe taşıma halidir. Ve bizler, her ne pahasına olursa olsun bu hikayeyi; Bizim hikayemizi yazmaya devam edeceğiz.