Öykü
Kenarından kırılmamış bir tabak, henüz bulunduğu eve ait değildir. Tıpkı açılmaktan korkulan ama hiç var olmamış olması daha büyük bir ızdırap verecek anıların saklandığı çekmeceler gibi.
Nar Çiçeği savruk zihniyle yazı masasına oturdu. Aklında yazacağı yazının tüm cümleleri birbirinin yerine geçip duruyordu. Küçük not defterini aradı; masadaki dağınıklık dikkati başka notlara, eski fotoğraflara çekti.
Çekmeceleri karıştırdı. Uzun zamandır açılmamış tek bir çekmece kalmıştı. İçindekileri neredeyse unutmuştu ama elini uzatırken hafif bir titreme hissetti. Aradığının orada olmadığını biliyordu; yine de bir çekim vardı. Çekmecede bir dolma kalem, bir defter ve bir kolye duruyordu. Bir zamanlar kıymetli oldukları anların ruhunu hâlâ taşıyorlardı.
Derin bir nefes aldı. Pencerenin kenarına geçti, camı araladı ve bir sigara yaktı.
Zaman, kül tablasının kenarında durdu.
Duman yükselirken, bir anı kendiliğinden öne çıktı.
Koridorda yürüyordu Çiçek Efendi. Adımlarını saymıyordu; nereye gittiğini de. O sırada, camın kenarında duran Nar Çiçeği’ni gördü. Nar Çiçeği dışarı bakıyordu. Bakmaktan çok, dalmıştı. Camın ardında ne varsa, gözleri oradaydı; içeride olan bitenle ilgisi yoktu.
Çiçek Efendi durdu. Onu ilk kez o an gördü. Bir insanı değil; bir hâli.
Kızıl saçları beline kadardı. Bir masalın içinden düşmüş gibiydi. Nar Çiçeği’nin yüzünde acele yoktu. Bekleyiş de. Sanki bir şeyin gelmesini değil, çoktan geçmiş bir şeyin ardından bakıyordu. O an, Çiçek Efendi için zaman yerinden oynadı. Adımlarının devamını getiremedi.
Nar Çiçeği başını çevirdiğinde göz göze geldiler.
Bakış, kısa sürdü.
Ama yetti.
Koridor yeniden seslendi. Ayak sesleri, kapılar, aceleler… Her şey geri geldi. Nar Çiçeği ne olduğunu anlamadan yoluna devam etti. Çiçek Efendi ise olduğu yerde kaldı.
Koridorun sonu kalabalığa açılıyordu. İnsanlar aynı yöne akıyor, sesler yavaş yavaş yerini bir düzene bırakıyordu. Kapıdan içeri girildiğinde sandalyeler çoktan dizilmişti. Defterler açılıyor, fısıltılar susuyordu.
Nar Çiçeği kalabalığın içine karıştı. Oturduğu yerden etrafına baktı; herkes gibi, ama herkesten biraz uzaktaydı. Bakışları bir noktada durdu.
Çiçek Efendi ayaktaydı. Herkesin baktığı yerde. Sesi odayı dolduruyordu ama kelimeler Nar Çiçeği’ne varmıyordu. Başkalarına yönelmişti sözler; ona çarpıp geri dönen bakışlardı.
Nar Çiçeği ilk kez o an, içindeki vuruluşu fark etti. Gürültünün ortasında, çok sessiz bir yerde. Kalabalık arttıkça yalnızlaştı. Sanki o odada herkes bir şey için bulunuyordu da, o yalnızca biri için.
Bakışları yeniden buluştuğunda, kısa bir duraklama oldu. Kimse fark etmedi. Zaman yine çok kısa bir an için yerinden oynadı. Sonra her şey olması gerektiği gibi akmaya devam etti.
Nar Çiçeği oturduğu yerde kaldı. Çiçek Efendi konuşmayı sürdürdü. Aralarındaki mesafe değişmedi. Kimse bir şey söylemedi. Ama bu iki bakış arasında bir anlam doğmaya başlamıştı.
Saatlerin sonunda bir bahaneyle Çiçek Efendi’nin yanına gitti. Bakışlardaki suskunluk yerini gevezeliğe bıraktı. Sözcükler, fikirler, kavramlar aktı ama hiçbiri ikisinin de içindeki kıvılcıma dokunmadı. Odanın havası sadece var olmak diyordu. Sesi duymak, bakışmak, tanımak… İkisi de bu zamansızlığın içinde sessizdi. Kalan her şey onların dışında, zamana aitti.
Nar Çiçeği sessizce, adını bilmediği bir hâlin içine yerleşti.
Zaman, yalnızca Çiçek Efendi’nin yanında farklı akıyordu; duruyor, derinleşiyor, ağırlaşıyordu. Çiçek Efendi bunu fark etti ama yerinden kalkmadı. Düşüncelerini daha düzgün cümlelere, sesini daha güvenli bir yere çekti. Onun bu hâli Çiçek Efendi’ye içten içe acı çektiriyor, hangi rüyada kimin kollarında diye düşünürken yangınını artırıyordu.
Günler geçtikçe sohbetler derinleşti, saatler uzadı. Kelimeler çoğaldı.
Bir akşam, kelimelerden biri ötekine tutundu.
“ ‘Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.’
Bir bakışınla film koptu.”
Nar Çiçeği karşılık bulan sevginin titreyişiyle sustu. İçinde ırmaklar aktı, güneş yaktı, rüzgâr estikçe saçları dağıldı.
Nar Çiçeği gençti, güzeldi. Hassas ama derin bir hırçınlığı vardı. Çiçek Efendi karşısında oturduğunda, onu bir gelinciğe aşık gibi izliyordu.
Dokunmadan, ürkütmeden, koparmadan.
Dışarı çıktıklarında hava serindi. Gün bitmişti ama ışık hâlâ çekilmemişti. İnsanlar yanlarından geçiyor, hayat olağan akışını sürdürüyor gibiydi. Nar Çiçeği’nin içindeyse her şey ilk kez bu kadar yakındı.
Yan yana yürüdüler. Çok yakın değil. Ama artık kaçamayacak kadar.
Nar Çiçeği bir süre sustu. İçinde bir şey dönüp duruyordu; adını koyamadığı ama yerini bilen bir ağırlık. Sonunda durdu. Olduğu yerde. Kelimeler onu geçemedi.
— Biz, dedi.
Sesi düşündüğünden daha sakindi.
— Biz birlikte olamayız, değil mi? Bu.. Etik olmaz ki.
Çiçek Efendi durmadı hemen. Bir adım daha attı. Sonra o da durdu. Yüzü değişmedi. Sanki bu cümleyi çoktan duymuş, hatta beklemiş gibiydi.
— Benim için daha zor, dedi.
Sesini yükseltmedi. Savunmadı kendini. Sadece saydı.
— Ben babayım. Ben kocayım. Ben hocayım.
Kelimeler tek tek yere bırakıldı. Her biri ayrı bir ağırlıkla.
Nar Çiçeği o an anladı ki herkesin bildiği bir gerçeğin dışında kalmıştı.
Etraflarına baktı. Kimse bakmıyordu. Kimse şaşırmıyordu. Dünya bu bilgiyi zaten taşıyordu. Taşımayan tek kişi kendisiydi.
— Bunu bilmiyordum, dedi.
Cümle, bir itiraz gibi çıkmadı. Daha çok kendine söylenmişti.
Çiçek Efendi cevap vermedi.
Çünkü cevap, gerçeği hafifletmezdi.
Nar Çiçeği ilk kez geri çekildi. Bir adım. Sonra bir adım daha. Bu bir kaçış değildi. Yerini arayan bir bedenin refleksiydi. İçinde bir şey sessizce çöktü. Kırılmadı. Ama eskisi gibi de kalmadı. Sadece şu cümleler ağzının içinde dolandı durdu ama çıkmadı.
“Dilekti, keşkeydi; otururdum dizlerinin kıyısına, anlat.
Masal olsun, çocukluğun olsun, yalan olsun.
Ezelden razıydım inanmaya.
Anlat!”
O gün, Nar Çiçeği ilk kez şunu hissetti:
Bir insanı sevmek başka, o sevginin dışında bırakılmak başka bir şeydi.
Çok sık buluşmadılar.
Kalabalıkların içinde, sınıfta, gözleriyle baş başa kaldılar. Ama yalnız kaldıklarında, iki insanın arasına ölçülmez kilometreler girdi.
Nar Çiçeği her şeyi taşıyordu; kendine ait olmayan bir hayatı bile. Bildikçe ağırlaşan bir yükle yürüyordu.
Masadayken vardılar. Sadece masadayken.
Nar Çiçeği bunu artık açıkça biliyordu. Sandalyeler çekildiğinde, fincanlar boşaldığında, Çiçek Efendi başka bir hayata kalkıyordu. Kendi evine, kendi düzenine, kendisine ait olmayan bir sessizliğe. Nar Çiçeği ise olduğu yerde kalıyordu; ne tutunacak bir gelecek umudu vardı ne de kurabileceği bir beklenti. Garip olan buydu: Umut taşımamak, yine de insanın canını acıtıyordu.
Nar Çiçeği gün geçtikçe yalnızlaştı. Çevresinden zamanla uzaklaştı. İçine kapanmaya, daha az konuşmaya ve daha çok susmaya alıştı. Taşıdığı bir sır değil, karanlık bir yaraydı. Anlatılmazdı.
O gün masada, konuşma iş planlarından, kariyerden, yapılacaklardan açılmıştı. Çiçek Efendi sesini alçaltarak, neredeyse öğüt verir gibi konuştu:
— Bir gün anne olmak isteyeceksin, dedi. Bir ömür başkalarının çocuklarını severek geçiremezsin.
Cümle yerli yerinde duruyordu. Mantıklıydı. Hatta şefkatli bile sayılabilirdi. Ama Nar Çiçeği’nin zihninde, o an, görünmez bir çatlak açıldı. Bir uçurum gibi. Çünkü o güne kadar, Çiçek Efendi’yle yaşadığı düzeni kabullenmişti. Başka bir ihtimali düşünmemişti. Ne anneliği, ne başkasını, ne de geleceği. Masanın içindeki dünya yeterli sanılmıştı.
O gece çatlak büyüdü.
Sonra ertesi gece.
Sonra bir gece daha.
Uyuyamadı. Sorguladı. Kendini yokladı. Taşıdığı yükün ne kadar ağırlaştığını ilk kez bu kadar net hissetti. Her şey aynıydı aynada. Ama içinde taşan haksızlık tahammül edilir gibi değildi. Suçlu yoktu, yolda kendini seçmek veya kaybolmak vardı.
Bir gün dayanamadı ve ayrıldı. Başkasıyla bir ilişkiye başladı. Bu bir başlangıç değildi; sadece kaçıştı.
Koridorlarda saklandı. Çiçek Efendi’nin onu görmesine izin vermedi. Ama gizli gizli izledi. Kapısını dinledi, kapıya tıklamak isteyen eli hep havada kaldı. Yük hafiflemedi. Aksine ağırlaştı. Önce saçlarını siyaha boyadı. Sonra kısacık kestirdi.
Ne zaman sevgilisiyle tartışsa Çiçek Efendi için ağladı. Ne zaman gözlerini kapatsa onu gördü. Sohbetlerde, masalarda onun adı geçsin istiyordu. Biri onu ansın, onu anlatsın, herkesten her şeyden ona dair ufacık bir haber alsın istiyordu. Adını duyduğu anda içi çekiliyor, yüzü yanıyordu. Hem saklamanın ağırlığı, hem hasretin dağıtan sancısı kanında geziniyordu.
Birkaç gün sonra, koridorda karşılaştılar. Koridor hınca hınç doluydu. Karşı karşıya geldiler. Nar Çiçeği tam gülümseyecekken, Çiçek Efendi hafif bir panikle dondu.
Nar Çiçeği başını çevirdi.
Zaman durdu. Sesler kesildi. Kulağında yalnızca uğultuya karışmış bir çocuk sesi vardı:
“Baba… baba…”
Çiçek Efendi’nin koluna asılmış, bana bak baba diyen küçük bir çocuk gördü. Uzun süre öyle kaldılar.
Sonra Nar Çiçeği karşısındaki odaya daldı. Çantasını aldı. Binadan çıktı. Çiçek Efendi’nin hayatından da.
Nar Çiçeği büyüdü. Pek çok yavrunun annesi oldu. Ama kendi yuvasını kurmadı.
Çiçek Efendi şehri terk etti. Şiirler hâlâ Nar Çiçeği’ni yazıyor, şarkılar ona sesleniyordu.
Yüzlerce çiçek ekti; ama her filizde, eksik kalmış bir bahar vardı.
Sigaranın ucunu kül tablasına bastırdı.
Her şeyi -suskun bir saygıyla yaşanan ne varsa- güzelliğini bozmadan kalbin çekmecesine yerleştirdi. Pencereyi kapattı. Camın buğusuna “Hayat, an kadardı. Bir an.. Bir küçücük an.” yazdı.
Yazı masasının başına döndü.
O tebessümle, geçmişi tatlı bir anı gibi hatırlayacaktı belki. Ama kalbinin en gizli odasında saf sevgisini koruyacaktı.
Ta ki kalbi parçalanıp yeniden birleşeceği güne kadar.
Çiçek Efendi’nin Nar Çiçeği was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.