İlk kez bir casus gördüğümde 22 yaşımdaydım. 1982’de, Mamak Cezaevi A Blok 6. Koğuş’ta. İsmini hatırlamıyorum. Bulgaristan Türkü bir adamdı.
Sağcılarla solcuların aynı yerde, epeyce sıkışık ama birbirlerinden tümüyle ayrı yaşadıkları o koğuşta, her iki taraftan da tecrit, her iki tarafın da “tiksinen bakışları” arasında öylesine tek başına soluk almaya çalışırdı.
O koğuştaki herkes işkencelerden geçip gelmişti; vücutlarının her bir hücresi insanların nasıl suçlandığının tanığıydı. Yine de, o casus, o koğuşun sürekli birbiriyle çatışmış sağının da solunun da gözünde aynıydı. En kötü!
Her fırsatta bizi döven askerler için de öyleydi. Nöbet değişimlerinde mazgala çağrılır, sorgusuz sualsiz coplanırdı. Casustu işte, daha ne olsun. Daha kötü, daha aşağılık ne olabilir? Casus; vatan haini yani!
Bir gram donanımı olmayan zavallı bir adamdı. Casus diyorum, çünkü nadiren biri kendisiyle konuşursa, gayet saf çektiği fotoğrafları kuru bir derenin menfez borusunda bir yere bıraktığını anlatırdı. Herhalde Bulgar istihbaratından aldığı üç beş kuruş karşılığında.
Birbirlerine öldüresiye düşman olmuş o iki grubun, o koğuşta, o adama nasıl aynı gözler ve duygularla baktığını düşünün bir! Bir de şunu düşünün; bu memleketin insanları bundan böyle “casus”a aynı göz ve duyguyla bakabilecekler mi?
Yazık edilen şey şu: Hırsız, yolsuz, terörist gibi bir zamanlar ağırlığı olan ve “kıymetli” birçok kavram memleketin siyasi ikliminde, olur olmaz herkese yapıştırılarak değersizleştirildi! Herkes teröristse, kim ürker “terörist”likten?
Sıra “casus”a geldi, akla hayale gelmeyecek, asla yapıştırılıp yakıştırılmayacak yerlere “casus” damgası vurmaya…
Bir taraftan yazık ama diğer taraftan da bu, muktedir için, elindeki silahları birer ikişer etkisizleştirmekten, işe yaramaz hale getirmekten başka bir şey değil!
Bizim icadımız da değil. Yakın veya uzak ülkelerde, uzak ya da yakın zamanlarda “casus” damgası vurulan az muhalif olmadı.
Troçki, misal. Nazi Almanyası ve Japonya adına casuslukla suçlandı. Orası komünistti, Stalin vardı, normaldir falan diyenler ABD’ye baksın.
Beş kez başkan adayı olmuş sosyalist lider Eugene V. Debs; I. Dünya Savaşı günlerinde yaptığı savaş karşıtı konuşmalar nedeniyle casusluk suçlamasıyla hapse atıldı. Casusluk Yasası, savaş koşullarında, casusluğu değil muhalefeti engellemek için kullanıldı. Vietnam Savaşı yalanlarını ifşa eden Pentagon Belgeleri’ni sızdıran Daniel Ellsberg de “casus”tu! Yakına gelirsek, Snowden’ları, Assange’ları da var ABD’nin.
Laf casusluktan açılmışken, Dreyfus davasını anlatan, Roman Polanski’nin yönettiği Subay ve Casus filmini öneririm. Almanya adına casuslukla suçlanmış Yahudi kökenli Fransız subayı Alfred Dreyfus en ünlüsüdür bu “casus”ların!
Bir de casuslukla suçlanıp uzun süre hapis yattıktan sonra cumhurbaşkanı olanlar var. Farklı ülkelerde, farklı dünya görüşlerine sahip ve fakat aynı “casus” damgasını yemiş.
Nelson Mandela, misal. Onu suçlayanlara göre “tümüyle Sovyetler Birliği’nin kontrolünde”ydi. Václav Havel ve Lech Wałęsa da Sovyetler Birliği müttefiki Çekoslavakya ve Polonya’da önce “vatan haini” ve “casus” oldular sonra ülkelerinin cumhurbaşkanı.
Casusluk! Gizli kapaklı yapılan, belirsiz ve fakat birinin üzerine yapıştırabilirseniz o kişiyi toplum nezdinde sıfırlayan bir damga.
Ancak, bir nokta geliyor ve öyle olur olmaz yerlere vuruluyor ki damga, iktidar medyasının ve mahkemelerin anlatıları da bu dehşet kavramının içini dolduramıyor.
Mamak 6. Koğuş’taki Bulgar casusu orada bugün olsa aynı bakışlarla karşılaşır mıydı acaba?