Onur Özgen – Gazeteci, Yazar, Editör
Bazen şaşırmamamız gereken haberler bile bizi sarsar. Claudia Cardinale ve Robert Redford gibi iki figür peş peşe aramızdan ayrıldığında, bir tür yetimlik duygusuna kapılıyoruz. Çünkü bize sanki ebedîymiş gibi geliyorlardı; zamandan azade, peliküle kazınmış, yaşayan anıtlar. Oysa öyle değilmiş. Onlar da bizim gibi kırılgan ve insanmış; yok olmaya yazgılılarmış. Ama onlarla birlikte daha büyük bir şeyin sönümlenmesi tehlikesi de var: düş kurmayı, anlatmayı, göze almayı ve en çok da zamana direnebilmeyi bilen bir sinema fikri.
O altın çağın “sağ kalanları”, otuzlu yılların çelik kuşağı, artık bir elin parmakları kadar az. Kısa süre önce 91 yaşına giren, çok sevilen Sophia Loren; 87 yaşındaki Jane Fonda; 92 yaşındaki Kim Novak…
CLAUDIA CARDINALE
Claudia Cardinale ise belki başka hiçbir oyuncuda rastlanmadığı kadar, aynı anda hem modern hem efsanevi bir İtalya’nın yüzüydü. Bakışlarında Akdeniz vardı; cilalanmış değil, yaşanmış bir güzelliğin özgürlüğü. Hem arzu edilir hem erişilmezdi; hem güçlü hem kırılgan. Baştan çıkarıcıydı ama mesafeliydi. Avrupa ve dünya sinemasının 50’ler, 60’lar ve 70’lerdeki, eşi benzeri olmayan bir mevsimin atan kalbiydi. Luchino Visconti, Sergio Leone, Federico Fellini, Valerio Zurlini gibi yönetmenler ona yalnızca “diva” rolleri değil; dolu, canlı, kendinin farkında karakterler emanet ettiler.
Claudia Cardinale, kendisini her türlü tanımdan sıyırmayı hep bildi. Ne tür bir oyuncuydu? Çok güzeldi, söylemeye gerek yok; ama birçok meslektaşı güzelliklerini, kendilerinin de başkalarının da tanıyıp üzerine kimlik kurabileceği bir kadınlık tipini belirlemek için kullanmayı bilmişti. Cardinale söz konusu olduğunda bu “küçük oyun” işlemiyordu. Bunu Fellini çok iyi anlamıştı: “8½”te (Sekiz buçuk, 1963) ona yeni bir isim bile uydurmamış, “Claudia” demiş ve kadrajdan bir görüm gibi, bir hayalet kadar ele geçirilemez biçimde süzülmesine izin vermişti.
Aynı yıl Visconti onu “Il Gattopardo” (Leopar, 1963) için istemiş; onu görkemli, barok bir sahnelemenin içine hapsetmeye çalışmıştı. Ama o da onu gerçekten durdurmayı başaramamıştı: Prens Salina’nın ve yeğeni Tancredi’nin başını döndüren Angelica Sedara kimdi? Tüm çabalarına karşın, sonunda kazanan yine oydu ve yine ele geçirilemezdi.
Belki Tunuslu ruhunun ve ona çekingenlik ile ketumiyeti aşılayan bir kültürün de bunda payı vardır; belki de ona çok sayıda (yüzü aşkın) rol sunan, ama hiçbirini onu tek bir kişiliğe mıhlayacak kadar baskın kılmayan bir kariyerin…
Sesinin kendisi de belirsizliği artırmıştı: Kendi gerçek tınısını tanımadan önce, dublaj sanatçılarının ve başka aktrislerin seslerinden geçmiş; bu da onu zaman-dışı ve esrarengiz bir varlık hâline getirmişti. Geriye yalnızca güzelliği kalıyordu: Ona oynattıkları en karanlık ve sert anları bile aydınlatabilen o gülümsemesi. Ve belki de bu yüzden Sergio Leone ile Richard Brooks gibi iki yönetmenin, ona erkeklerin şiddetini kabullenmek, katlanmak zorunda kalan ama sonunda başını kaldırmayı bilip çevresindeki şiddetten daha güçlü olduğunu gösteren bir kadın rolü vermesi tesadüf değildir. Claudia Cardinale hep yeniden doğmayı bilirdi; artık aramızda olmadığına insan neredeyse inanamıyor.
ROBERT REDFORD
Ondan birkaç gün önce Robert Redford da aramızdan ayrıldı — post-klasik Amerikan sinemasının temiz yüzlü, idealist, romantik ama hayâl kırıklığıyla yoğrulmuş siması. “The Sting” (Belalılar, 1973), “The Way We Were” (Bulunduğumuz Yol, 1973), “Three Days of the Condor” (Akbabanın Üç Günü, 1975), “Ordinary People” (Sıradan İnsanlar, 1980)… Birbirinden çok farklı filmler ama hepsinde ışıltıyla angajmanı, biçimle özü bir arada tutabilen bir sinema anlayışı vardı. Redford, kendini sorgulayan; iktidarı, hakikati ve duyguların muğlaklığını dert eden bir Amerika’yı vücuda getirmişti. Bunu hem kamera önünde hem arkasında başarmıştı.
Bugün, çağdaş sinema vizyoner bakışlardan çok algoritmaların ve süper kahramanların egemenliğindeymiş gibi görünürken şu soru akla geliyor: Bu devleri aktarabilecek miyiz? Yeni kuşaklar “Once Upon a Time in the West”i (Bir Zamanlar Batıda, 1968), “Il Gattopardo”yu (Leopar, 1963), “Barefoot in the Park”ı (Çıplak Ayaklar, 1967), “Out of Africa”yı (Benim Afrikam, 1985) tanıyacak mı? O yüzlerde yalnızca güzelliği değil; yönetmenleri, oyuncuları ve seyircileri biçimlendiren bir zamanın derinliğini de seçebilecekler mi?
On yıllar boyunca o sinema bir okul oldu: öğretmenlerin, sinefillerin, eleştirmenlerin tutkuyla aktardığı; seçkilerin ve televizyon karşısında uykusuz geçirilen gecelerin taşıdığı canlı bir miras. Oysa bugün dijital platformlar klasiklere değil, “en yeni” olana öncelik veriyor; izleyici kitlesi gençleşiyor ve içerik tüketiminin ritmi hızlanıyor. Sinemanın en kıymetli miraslarının bugünün gürültüsü altında gömülüp kalması riski de büyüyor.
Mesele nostalji değil. Belleğin kültürel ve politik bir eylem olduğunu görmek gerekiyor. Sinema yalnızca görüntülerden oluşmaz; fikirler, diller ve duyarlıklar da onun bileşenleridir. Cardinale ve Redford gibi figürler, ikon olmaktan öte bütün bunların taşıyıcısıydı. Bizi büyüten ve eğiten hayâl dünyasının yüzleri ve bedenleri; sinemanın ürüne dönüşmeden önce ne olabileceğini göstermişlerdi. Ve tüm krizlere karşın sinema salonlarını doldurup ortak, topluca paylaşılan bir deneyimi mümkün kılan sanatı yaşatmışlardı.
Evet, bugün kendimizi yetim hissediyoruz. Çünkü onlar gidiyor; onlarla birlikte, sinemanın dünyayı değiştirme kudretini hâlâ taşıdığı — ya da hiç değilse bizi az da olsa değiştirdiği — bir zamanın yankısının da sönüp gitme riski var.