Bir Kapının Önünden Geçerken Hayatta Kalmak

Bir Kapının Önünden Geçerken Hayatta Kalmak

O gün iş görüşmesine gidiyordum; gerçekten gidiyordum, hazırlanıyor gibi değil. Sabah kalkmış, üzerime ne giyersem daha derli toplu görünürüm diye düşünmüş, topuklularımı seçmiş, aynaya bakıp kendime kısa ama ciddi bir bakış atmıştım. Çünkü insan bazen kendini ikna etmek zorunda kalır; özellikle de cebinde yalnızca yetmiş beş lira varken ve İzmir’de kahvenin kaç para olduğunu bilmiyorken.

Bir arkadaşımda kalıyordum. Bazı evler vardır; içinde kalırsın ama içine sığmazsın. Kimse seni kovmaz ama her şey biraz acele eder. Bakışlar, suskunluklar, kapıların kapanış sesi… Hepsi aynı şeyi söyler: Bir an önce kendi hayatına geç. Ben de geçmek istiyordum. Bir iş bulmak, kendi anahtarımı cebimde hissetmek, kimseye yük olmadan var olabilmek istiyordum.

Haritada yirmi dakika görünen iş yerini aramak için çıktım. Yürüdüm. Çok yürüdüm. Topuklular taşlı kaldırımlarda şıkırdadıkça sanki varlığımı dünyaya kanıtlamaya çalışıyordum. Hava serindi. Üzerimde ağır bir kürk vardı; yalnızca omuzlarımı değil, bütün günümü aşağı çeken bir ağırlık. İnsan bazen eşyalarını değil, ihtimallerini taşır.

Yürürken bir kapının önünden geçtim. Bağırmayan, çağırmayan, vitrinle kendini sevdirmeye çalışmayan bir kapıydı bu. Adını fark ettim ama içeri bakmadım. Sadece geçerken düşündüm: Bir kahve ne kadar olabilir ki? Sonra hemen ardından şu geldi aklıma: Yetmez. O gün kendime fazlasını yakıştıracak hâlim yoktu.

Yürümeye devam ettim. Sokaklar uzadı. İş yeri çıkmadı karşıma. Harita anlamını yitirdi. Aradım, sordum, yine yürüdüm. Sonunda fark ettim ki bulamıyorum. Ne yeri ne de yönümü. Eve dönmeye karar verdim ama dönüş yolu da düz olmadı; sokaklar birbirine karıştı, zihnim de benimle birlikte dolandı ve bir süre sonra, nasıl olduğunu anlamadan, kendimi yine aynı kapının önünde buldum.

Bu kez durdum.

Biraz önce önünden geçtiğim yer, şimdi karşımdan bana bakıyordu sanki. Bir kahve ne kadar olabilir ki düşüncesi bu kez kaçamak değil, daha ciddi bir cümleydi; insanın kendine verdiği küçük ama hayati bir izin gibi. Kapıyı açtım. İçeri girdim.

Önce arka bahçeye oturdum. Hava daha da serindi. Üşüdüm. Kahve geldi. Kokusu olan, aceleyle yapılmamış bir kahve. İçimi biraz ısıttı ama yetmedi. Çünkü o gün mesele ısınmak değildi; kalabilmekti.

Kalmak istediğimi fark ettiğimde bir arkadaşımı aradım. Biraz borç istedim. İnsan gururuyla hayatta kalma içgüdüsü arasında kısa bir an yaşar; ben o anı uzatmadım. Gönderdi. İçeri, sıcak bölüme geçtim.

Bilgisayarımı açtım.

Ve yazmaya başladım.

O gün bir blog yazısı yazdım. Masaya, sandalyeye, fincana tutunur gibi yazdım. Bir süre sonra menüye baktım. Biraz da soğuk almıştım o dönem. Kış çayı iyi gelir dedim. Kahve ayakta tutar çünkü ama kış çayı sarar.

Kocaman bir kupada geldi. Farklı demlenmişti. Baharatın, portakal kabuğunun, tarçının kokusu önce burnuma sonra göğsüme yayıldı. Kupayı iki elimle tuttum. Ve o an… O ana kadar yaşadığım her şey — arayış, soğuk, ağırlık, endişe — bir anlığına sustu.

Etrafta kediler vardı. Ama gelip geçen, masalara atlayan kediler değil. Yerleşmişlerdi. Her biri bir köşede. Kimseye kendini sevdirmek zorunda değillerdi. Kaçmıyor, saklanmıyorlardı. Bir mekânın güvenli olup olmadığını en iyi kediler bilir; onlar burada kalmıştı.

Sahibi bir kadındı. Soğuk değil, mesafeli. Ama yaşayan bir mesafe bu. Alanını koruyan, kimseye kendini açıklamak zorunda hissetmeyen bir duruş. Belki olmak istediğim yerde duran bir kadındı. Belki de yalnızca kendisi olmayı öğrenmiş biri.

Sonra arkadaşım geldi. Başka bir gün bir başkası. Ben burayı anlatırken sıkıcı dediler. Gülümsedim. Çünkü onların her gün gittiği kafelerde süslenmiş kızlar, kız tavlamaya çalışan kasıntı ergenler, kokusu olmayan kahveler ve yüksek ama boş bir uğultu vardı. Oraya her gün gidiyorlardı. Ben ise burada nefes alıyordum.

Para buldukça geldim. Kendime hep aynı şeyi söyledim: Bir kış çayı daha. Bu bir alışkanlık değildi. Bu, tutunmanın sessiz bir yoluydu.

Şimdi biliyorum; ben bir mekânı değil, bir hâli özlüyorum. Ne bir insanı ne bir anı. Sadece kendimle çakışmadan oturabildiğim o hâli.

Hayat güzel mi, adil mi, acımasız mı bilmiyorum. Ama bazı kapılar vardır. Bazı masalar. Bazı kış çayları.

Eğer bir gün kaybolursan ve dünya senden hızlı akarsa, bil ki mesele güçlü olmak değildir.

Bazen mesele, bir kapının önünden geçerken durabilmek, sonra yine o kapıya geri dönebilmektir.

Bir kahvenin kaç para olduğunu düşünüp girmemek, sonra bir kış çayına sarılmayı öğrenmek.

Bazı yerler vardır; adı önemli değildir ama insana nefes almayı hatırlatır.

Benimkisi, bir ara sokakta karşıma çıkan Gali’ydi.

Ve bazen, bu hayatta kalmaya yeter.

Bir Kapının Önünden Geçerken Hayatta Kalmak was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.