Türkçe rap’in hafızasında kök salan, sesi Üsküdar’dan yükselip tüm Türkiye’ye yayılan bir müzisyen Ayben. Aynı evde büyüdüğü ağabeyi Ceza’nın plaklarından taşan ritimlerle tanıştığı rap’i, yıllar içinde erkek egemen bir türün içinde kendi iskelelerini kurarak dönüştürdü. Küçük sahnelerden koca festival alanlarına uzanan, her adımında kadın bir ses olarak var olma mücadelesinin izlerini taşıyan bir yolculuk. Bu mücadele, onu daha güçlü, özgüvenli ve inatçı bir sanatçıya dönüştürdü.
Flow’u kadar kelimeleri de net. Ayben, süsü sevmeyen, mesafesiz ve doğrudan anlatımıyla toplumsal dertleri mikrofonuna taşıyor. Yeni albüm hazırlıklarını sürdürürken, çocukluk hayali olan arkeolojiye duyduğu merakla da dikkat çekiyor. Ayben, rap’in popülerleşmesine dair düşüncelerini, sektördeki söylem değişimlerini ve kendi sanat yolculuğunu açık yüreklilikle anlattı.
Hayatının nasıl bir dönemindesin?
Hayatımın çok keyif aldığım bir dönemindeyim. İçsel olarak huzurlu hissediyorum, kendimi daha dışa dönük hissediyorum. Hem eğleniyorum hem çalışıyorum; benim için tatlı, verimli bir dönem.
Arkeolojik kazıya da merak salmışsın. Nereden geliyor bu merak?
Arkeoloji benim çocukluk hayalimdi. Çocukken arkeolojiyle ilgili belgeselleri, dokümanları izlemeyi, okumayı çok severdim. Bir arkeolog olma hevesim vardı ama bu konuda ne yönlendirildim ne de cesaret edebildim galiba. Bir noktadan sonra arkeoloji, uzaktan takip ettiğim bir ilgi olarak kaldı.
Bu merakım hep bir köşede duruyordu. Zaten keşfetmeyi, araştırmayı seven bir insanım. Berlin’de sık sık birlikte sanat projeleri yaptığımız arkadaşımız Volkan T., “Konya Karahöyük’te bir kazının başkanı kuzenim, buradan nasıl bir sanat çıkarabiliriz?” dedi. Ben de “Tabii ki bir şeyler yapabiliriz” dedim. Hem müziğimize katılacak görseller, hem araştırma ortamı derken, “Böyle bir şeye var mısın?” diye sordu. Elbette vardım.
Zaten yıllardır hayalim bir arkeolojik kazı ortamında bulunmaktı. Belgesel izlerken eşime hep “Orada olmak isterdim, gerekirse çay bile taşırım” derdim. O kadar içindeyim bu hayalin. Başvurularımızı yaptık, kazı başkanıyla görüştük, izinleri aldık derken süreç tamamlandı ve Konya Karahöyük’e gittik. Ben sadece çekim yapacağımızı, sözler yazacağımızı, müzik üreteceğimizi sanıyordum. Bir baktım, kazmayı elime verdiler.
Kazı başkanımız Gonca Darıkan, inanılmaz detaycı ve mükemmeliyetçi biri. Kazıda nasıl davranmam gerektiğinden, kazının ne olduğuna kadar her şeyi ondan öğreniyorum. Sormayı seviyorum, o da çok güzel anlatıyor. O ortamın içinde beklemediğim kadar kendimi buldum ve büyük ihtimalle artık vazgeçemeyeceğim.
İki yıldır gidiyoruz; kazı evi de kuruldu, ekibin bir parçası olduk. Atıf Ülkü, Volkan Türeli ve ben, üçümüz hem oradan bir sanat projesi çıkaracağız hem de ben artık Konya Karahöyük kazı ekibindeyim. Hitit dönemine ait bir ticaret merkezini kazıyoruz. Bir şeyler keşfetmek, buluntularla karşılaşmak inanılmaz bir his; bunu sabaha kadar anlatabilirim…
Yeni şarkılara da ilham oluyordur herhalde…
Tabii ki, olmalı. Hatta arkadaşlar “Ülkenin ilk alaylı arkeoloğu olabilirsin” diye takılıyor. Şu anda bu alanda bir eğitimim yok ama ekibin içindeyim. Bazı buluntularda ismim geçecek. O kazının tarihinden bahsedilirken adımın anılacak olması, çocukluk hayalimin bir parça da olsa gerçeğe dönüşmesi… Hayatımda ilk üçe girecek bir deneyim bu.
Hikâyenin aslında Üsküdar’da başladığı, müziğinin tohumlarının orada atıldığı söylenebilir. Bugünden baktığında o günleri nasıl görüyorsun?
O zamanlar çok başka bir mahalle ortamında büyüdüm. Şimdiki gibi siteler, kapalı yaşam alanları yoktu. Üsküdar hâlâ mahalle ruhunu koruyor; benim eski mahallem de aynı. Komşularımızın çocukları, torunları hâlâ orada yaşıyor, esnaf aynı.
Orada büyümüş olmanın avantajlarını sanatıma çok yansıttığımı düşünüyorum. Mahalle kültürünü seviyorum; ben semt insanıyım. Kasabım, manavım, pazarcım belli olsun isterim. Mahallede yıllarca süren rutinlerim vardı, hâlâ elimden geldiğince korumaya çalışıyorum. Şimdi biraz daha uzakta, site düzeninde yaşıyorum ama hep bir ayağım mahallemde.
Üsküdar ve eski mahallem beni kültürel olarak çok geliştirdi, değiştirdi. Öğrendiğim birçok şeyi oraya borçluyum. O yüzden benim için yeri her zaman ayrı olacak. Hâlâ oradan hatırladığım şeyler yaptığım işlere, üretimime yansıyor.
Rap müzikte farklı söylemler var; her müzisyenin tavrı farklı. Şehir değişince söylemler de değişiyor mu sence?
Kesinlikle değişebilir. Biz dışarıdan beslenen insanlarız. Bulunduğun yer değiştikçe yaşamın, günün akışı, dışarı çıktığında yaptığın rutinler değişiyor. Bunlar da sanatına mutlaka yansıyor. Sosyal çevren değişiyor, bazen daha asosyal olabiliyorsun. En azından rap için şunu söyleyebilirim: Biz hayatlarımızdan ve iç dünyamızdan beslenen insanlarız. Dolayısıyla şartlar değiştikçe söylemler de doğal olarak değişiyor.
Rap müzik sokaktan doğan, ama bugün ana akıma taşınmış bir tür. Rap’in popülerleşmesi o direniş ruhunu nasıl etkiledi sence?
Bu tamamen bir seçim meselesi. Hâlâ özüne sadık kalan rap örnekleri de var, daha popüler formlar da var. Hatta özüne sadık kalan söylemi alıp ana akıma taşıyan örnekler de mevcut.
Rap özünde özgürlük demek. İnsanlar ne yapmak istiyorsa onu yapıyor; globalde rap o kadar evrildi ki, sound’lar, trendler tamamen değişti. Bunun bu hâle gelmesi bana yanlış gelmiyor. Ülkemiz özelinde ise bu popülerleşme bence oldukça geç kaldı. Geçmişte çok rağbet gören bir tür olmasına rağmen uzun süre yok sayıldı. Şimdi de biraz ekmeğini yiyip tadını çıkarmak rapçilerin hakkı.
Ne yaptıklarının içeriği, nasıl yaşadıkları, neyi yazmak istedikleri bireysel tercih. Bir insan hayatında ne varsa onu yazmak istiyorsa, buna da saygı duyuyorum.
“Başkan” şarkında “Kimseye hiçbir dert yok gibi, şarkılarda söz yok aşktan başka” diyorsun. Rap müzik derdini anlatma cesaretini mi yitirdi?
Bence rap müzik derdini anlatma cesaretini yitirmedi. Hâlâ çok güçlü örnekler var. Biz de elimizden geldiğince anlatmaya devam ediyoruz. Hayatın içindeki sorunların neredeyse hepsi bir şekilde siyasetle, politikayla bağlantılı. Savaşlar, ekonomik zorluklar, adaletsizlikler, kadın cinayetleri, tacizler… Bunların hepsinin ucu siyasete dokunuyor.
Ama bu demek değil ki rap sadece siyaset konuşmalı; eğlenmek için yapılan, daha hafif anlatımlı işler de var. “Umut Var” şarkımla ilgili gelen bir yorumda, “Çok güzel konulara değiniyorsun ama kafamı açma, ben müziği eğlenmek için dinlemek istiyorum” demişlerdi. Gençler zaten gündelik hayatlarında sürekli siyaset konuşuyor; müzikte biraz kaçış aramaları çok normal.
Ben bu bakış açısına saygı duyuyorum ama benim üretim biçimim farklı. Önemli olan seçenek sunulması. Kimileri daha politik, kimileri daha eğlencelik işler yapar. Herkesin kendi özgürlüğü.
KONUŞULMAYAN KONU YOK AMA ÇÖZÜLEMEYEN ÇOK
Türkiye’de anlatılmayı bekleyen neler var sence, hâlâ bitmeyen neler?
Kadın cinayetleri, tacizler, ayrımcılık, siyasi problemler, geçim sıkıntısı… Bunların hepsi hâlâ bitmeyen, anlatılmayı bekleyen başlıklar.
Ben halktan biriyim; müzik üreticisi olmanın ötesinde hayatı sokakta yaşayan biriyim. Toplumda bir şikâyet varsa, ben de bunu yaşıyorsam, bundan besleniyorsam, müziğime yansıtmak zorundayım. Daha eğlenceli, daha agresif, daha farklı konulardan da bahsettiğim oluyor ama hayatın gerçeklerinden beslendiğimiz sürece bu konular bitmeyecek. Konuşulmayan konu yok gibi, ama konuşulduğu hâlde çözülemeyen konu çok.
Aslında rap’e başladığın dönemde kadın temsilci çok azdı. Erkek egemen bir türde ciddi bir mücadele verdin. Bu mücadele seni nasıl birine dönüştürdü?
O dönem gerçekten çok zordu. Ön yargıyla bugün bile uğraşıyorum ama o zaman çok daha ağırdı. Kadını sahneye yakıştırmayan bir toplumda, bir de erkeklerin daha çok yaptığı bir türde sahneye çıkıyordum. Daha beni dinlemeden “Kadınlar rapçi olmaz” deyip kestirip atan bir kitle vardı. Bu düşünce hâlâ var, ama daha az.
Yeni dönemde bu yola giren kız kardeşlerimin bunları yaşamamasını istiyorum. Biz yaşadık, hevesleri bizim üzerimizden aldılar, yeter. Beğenmiyorsan dinleme; git erkek rapçiyi dinle. Kadına bunu söylemenin anlamı yok.
Bütün bunlar bana özgüven kattı, beni daha da güçlendirdi. İnandığım işi yaparken daha sağlam durmayı öğrendim. İnatçı bir yapım var; bir şey “olmaz” dendiğinde daha çok tutunuyorum. Elbette bunaldığım, “Bu kargaşadan yoruldum” dediğim, kendimi geri çektiğim dönemler oldu. Kendimi özgür hissetmediğim zamanlarda üretime ara verdim. Ama bunların hepsi tecrübe oldu. Şimdi daha huzurlu, daha dışa dönük bir dönemdeyim, yeni albüm hazırlıklarına başladım ve kendi ritmimde devam ediyorum.
BENİM CEZA’YA KENDİMİ BEĞENDİRMEM GEREKİYOR
Ceza’nın kardeşi olduğun için “torpilli” olduğun da söylendi.
Aslında bu yorumu yapanlara bir noktada anlayış gösteriyorum; dışarıdan bakınca böyle düşünmek kolay. Ceza bir marka; inanılmaz bir sanatçı, büyük bir kariyer, ödüller, başarılar… Onun zekâsını da hafife almamak gerekiyor.
Sırf kardeşi olduğum için benim elimden tutacak diye bir şey yok. Ceza dışında yaptığım çalışmalar, verdiğim konserler, özellikle yurtdışındaki işlerimde kimse “Kimin kardeşisin?” diye bakmıyor. Orada sadece ne yaptığına bakıyorlar. Bu yüzden Ceza’dan bağımsız yürümeye özen gösterdim.
Her rapçi gibi ben de düet tekliflerini menajeri üzerinden ilettim. “Hadi bana şarkı yapalım” diye bir rahatlık hiç olmadı. Bu “torpil” yorumu hep olacak, biliyorum, ama benim işimi daha zorlaştıran şey şu: Benim Ceza’ya kendimi beğendirmem gerekiyor. Yaptığım işin önce ona layık olması lazım ki piyasaya çıkarabileyim.
Şarkın çıkmadan önce dinletiyor musun Ceza’ya?
Evet, mutlaka dinletiyorum. O müdahale etmez, “Şöyle olsun, böyle olsun” demez ama dürüstçe ne düşündüğünü söyler. En sert, en gerçekçi eleştirilerini benden esirgemez; sonuçta abim. Ben de neyi nasıl geliştirmem gerektiğini ondan anlarım.
Peki nasıl bir abi-kardeş ilişkiniz var?
Mükemmel diyebilirim. O benim canım, her şeyim. Annemizi, babamızı kaybettikten sonra kan bağı olarak ikimiz kaldık. Bu da aramızdaki bağı çok güçlendirdi. Çok güzel bir iletişimimiz var.
Sen rap yapmaya başladığında Ceza da kariyerinin çok başındaydı aslında.
Evet, Türkçe rap’in doğuş dönemlerine denk geliyor. Aramızda beş yaş var ve ben onun bu serüvenini izleyerek büyüdüm. Türkiye’deki rap tarihine bakıldığında benim ismimin de orada yazacak olması, abime özenerek bu yola girmiş olmamdan daha doğal bir şey yok.
Aynı evde büyüdüğün, hayranlık duyduğun birine özenmek kadar normal bir şey olamaz. Üstelik Türkçe rap’te pek çok insan Ceza’ya özenerek başladı. Neden sadece benimki problem olsun?
Bir yandan da yeni bir albüm sürecinesin. Ufukta neler var?
Stüdyo çalışmaları başlıyor, beat’leri toparlıyoruz. Aslında albümün sözleri büyük ölçüde hazır; şimdi aranjeler ve kayıt aşamasına geçiyoruz. Üretim sürecini kendi ritmime göre yürütüyorum. Her ay, her hafta şarkı çıkarabilirdim belki ama bir öncekinin aynısını üretmek beni tatmin etmiyor. Önce benim içime sinmesi gerekiyor. O yüzden sindire sindire ilerliyorum.