Behrooz Ghamari TABRIZI
12 Haziran 2025’te, yirmi yılı aşkın bir aradan sonra ilk kez Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) Yönetim Kurulu, Tahran’ın nükleer silahların yayılmasını önleme yükümlülüklerini ihlal ettiğini ilan eden bir karar aldı. Ertesi gün, 13 Haziran’da İsrail savaş uçakları Tahran’ı ve İran’ın diğer büyük kentlerini bombalamaya başladı. Ülke içindeki vekillerinin yardımıyla üst düzey askeri komutanları öldürdüler, önde gelen nükleer bilim insanlarını evlerinde aileleriyle birlikte katlettiler, Tahran’da kabine toplantısını bombalayarak Cumhurbaşkanı’nı yaraladılar, kentlerdeki sivil yerleşim alanlarını ayrım gözetmeksizin bombardımana tuttular ve hatta siyasi tutukluların büyük bölümünün bulunduğu Evin Hapishanesi’ni hedef aldılar. ABD istihbarat desteği sağladı, savaş uçaklarını havada yakıt ikmaliyle destekledi ve nihayet sığınak delici mühimmatla İran’ın nükleer zenginleştirme tesislerini bombalayarak savaşa doğrudan dahil oldu.
Bu kışkırtılmamış İsrail saldırısı, İran ile ABD arasında Roma ve Maskat’ta yürütülen, dışarıdan bakıldığında yapıcı görünen müzakerelerin tam ortasında gerçekleşti. 13 Haziran Cuma saldırısı, iki ülkenin 15 Haziran Pazar günü bir araya gelerek İran’ın zenginleştirme programına ilişkin daha ileri anlaşmaların çerçevesini nihai hale getirmesinden hemen önce gerçekleşti. İsrail saldırılarında toplamda bine yakın insan öldürüldü, binlercesi yaralandı, yüzlerce aile evsiz kaldı.
İsrail, IAEA raporunu hukuksuz askeri eylemlerini meşrulaştırmak için kullandı. Ancak böylesi topyekun bir saldırı aylardır, hatta yıllardır hazırlanıyordu. Saldırı yalnızca IAEA raporuna tepki olarak başlatılmış olamazdı. Yirmi yılı aşkın süredir, İran’ın zenginleştirme programına yönelik son derece müdahaleci denetim rejiminin kurulmasının ardından IAEA, İran’ı yükümlülük ihlaliyle suçlamamıştı. Bu durum benzersiz değildi. 1990’larda, görevi Irak’ın kitle imha silahları programını ortadan kaldırmak olan Birleşmiş Milletler Özel Komisyonu (UNSCOM) ABD istihbarat kurumlarıyla yakın çalışmıştı. Clinton yönetimi döneminde CIA, UNSCOM üzerinden Irak istihbarat ve savunma aygıtına sızmak için kapsamlı casusluk operasyonları yürütmüştü.
TESLİMİYET BEKLİYORLAR
Şimdi sözde 12 günlük savaş sona erdi. İranlılar, ABD öncülüğündeki yaptırımların ve Mossad’ın hedefli suikastlarının yarattığı yıkıcı, süreklileşmiş şiddet ortamına geri döndü. Trump yönetimi ve Avrupalı müttefikleri, İran’dan yenilgiyi kabul etmesini, koşulsuz teslim olmasını ve müzakere masasına geri dönmesini istiyor. İran’dan nükleer teknolojisini sökmesini, gelişmiş füze programının üretimini durdurmasını, Filistin davasına verdiği desteği kesmesini ve İsrail ile Amerikan yayılmacılığına karşı “direniş ekseni” diye anılan ağını sonlandırmasını talep ediyorlar. Yani bir bağımlı devlet olmasını istiyorlar. İran, ABD’nin şantajcı tutumuna ve Ortadoğu’yu saran İsrail katliamına karşı kalan az sayıdaki direnç hattından biri. Bu direnişin bedeli ise çok ağır.
ABD, 1979 devrimi öncesindeki Ortadoğu hizalanmasına geri dönmeyi arzuluyor; bu hizalanmada İran, bölgedeki Amerikan çıkarlarını kollayan bir bağımlı devlet konumunda. Kırk yılı aşkın süredir ABD’nin İran’a yönelik stratejik duruşunu bu hedef belirledi. Birbiri ardına gelen tüm Amerikan yönetimleri bu politikayı yıldırma kampanyalarıyla, bölgede kalıcı nitelikte ondan fazla hava üssü ve deniz tesisini inşa ederek, sabotajla, askeri tehditlerle, ağır yaptırımlarla ve nihayet Trump yönetimi döneminde zenginleştirme tesislerini bombalayarak sürdürdü. ABD mutlaka devrim öncesi monarşiyi geri getirmeyi hedeflemiyor, her ne kadar CIA fotoğraf karelerinde itibarını yitirmiş Şah’ın oğlunu bir korkuluk gibi kullanıyor olsa da. Asıl aradığı, Amerikan bölgesel nüfuzuna meydan okuyacak otoriteye sahip olmayan, egemenlikten yoksun bir devlet inşa etmek. Bu olmazsa belki de bir “başarısız devlet” yeterli olacaktır.
ABD, İran’ın bölge siyasetinde etkisini sınırlamak için İran’ı kalıcı askeri üslerle kuşatmış durumda.
BALKANLAŞTIRMA PLANI
İsrail hükümetinin ilan edilmiş hedefi, mevcut rejimin devrilmesi ve İran’ın Balkanlaştırılmasıdır. İsrailliler, Amerikalı ve Avrupalı destekçilerinin yardımıyla İran’ın çok etnik unsurlu yapısını, özellikle Kürtleri, Azerileri ve Beluçları kullanmak; azınlık Sünni topluluklar ile iktidardaki Şii sınıf arasındaki gerilimleri derinleştirerek Suriye ve Libya benzeri bir başarısız devlet modelini kopyalamak istiyor. İran-Irak Savaşı’nın 1988’de bitmesinden bu yana Mossad ve İsrail ordusu stratejistleri, azınlık muhalefet gruplarına sızıp etnik huzursuzluğu kışkırtmaya ve İran’ı parçalamaya dönük çeşitli planlar tasarlayıp uyguladı. İsrail ayrıca muhalefet partilerini, özellikle Mücahitler (MEK) ve sürgündeki Şah’ın oğlunun kralcı örgütlerini istihbarat, finansman ve geniş bir propaganda ağıyla destekleyerek ülkede istikrarsızlık yaratıyor. MEK’in Siyonist bir vekil aktöre ve Amerikan yeni muhafazakâr projesinin paralı askerlerine dönüşmesi, 1979 devriminden bu yana Ortadoğu siyasetinin ne kadar dönüştüğünü gösteriyor. 1970’lerde solcu ve antiemperyalist bir devrimci örgüt olan MEK, bugün kongrelerinde John Bolton ve Rudy Giuliani’yi baş konuşmacı olarak ağırlıyor. İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’a yönelik kışkırtılmamış saldırısı, büyük ölçüde ülke içindeki Mossad tarafından eğitilmiş İranlı komandolar sayesinde mümkün oldu. Bu unsurlar, İsrail saldırısından önce İran’ın hava savunmasını sabote etmeyi ya da imha etmeyi başardı ve İsrail savaş uçaklarının İran semalarında rahatça dolaşmasına zemin hazırladı.
BEKLENMEDİK SONUÇLAR
İran’a karşı yürütülen on iki günlük savaş iki büyük, beklenmedik sonuç üretti. Üstün hava gücüyle ve İran’ın askeri ve istihbarat aygıtını başsız bırakma kapasitesiyle İsrailliler rejimin hızla çökeceğini bekliyordu. Operasyonun başlangıcında kilit askeri liderlere sesli mesaj gönderecek kadar kendilerine güveniyorlardı; liderlere ya çekilmeleri ya da tüm aileleriyle birlikte öldürülmeleri ültimatomu veriliyordu. Washington Post’a sızan Farsça mesajda, kayıtta sesi değiştirilmiş bir istihbarat görevlisi “Şimdi sana tavsiye verebilirim; eşin ve çocuğunla birlikte kaçman için 12 saatin var. Yoksa şu an listemizdesin” diyordu. İranlı askeri liderler bu “tavsiyeyi” reddetmekle kalmadı; yaralanmış komuta yapısını toparlayıp etkili bir karşı saldırı başlattı ve güçlü füze saldırılarıyla karşılık verdi. İran, İsrail’in derinliklerinde eşi görülmemiş yıkım yarattı; bu da İsraillileri ABD’den savaşa daha doğrudan katılım istemeye itti. Füze savunma önleyicilerinin tehlikeli biçimde azaldığı bir anda İsrailliler acil ateşkes için bastırdı. Savaşın bir haftasında İran, sözde aşılamaz kabul edilen Demir Kubbe hava savunma sistemini delmeyi başardı. On iki günlük savaşın ikinci beklenmedik sonucu, İranlıların bayrak etrafında kenetlenme biçimiydi. Yıpratıcı yaptırımlar ve bu yaptırımların beslediği ahbap çavuş kapitalizmi, İranlıların çoğu için ağır ekonomik sıkıntılar doğurdu. İsrailliler, saldırının bu sıkıntıyı ve yönetici sınıfların yaygın yolsuzluğunu İslam Cumhuriyeti’ne karşı kitlesel protestolara dönüştüreceğini düşündü. Üstelik siyasal düzen, bir yıl süren Kadın Yaşam Özgürlük protestolarının ardından özellikle kırılgan görünüyordu. İsrail stratejistleri, İran’daki toplumsal cinsiyet siyaseti etrafındaki gerilimin bombardıman kampanyasından sonra yeniden yüzeye çıkacağına inanıyordu. Bu hesap tutmadı; hatta tersine işledi. Amerikan yapımı bombaların, Amerikan yapımı savaş uçaklarıyla taşınıp insanların evlerine ve mahallelerine düşmesi, milliyetçi duyguları canlandırdı ve İslam Cumhuriyeti’nin ABD ile İsrail’i varoluşsal tehdit olarak çerçeveleyen uzun süreli anlatısına inandırıcılık kazandırdı. Dini Lider’in Batılı güçler konusunda kör bir paranoyayla hareket ettiği yönündeki algı artık sürdürülemez hale geldi. Bu geçici dayanışma kalıcı olmayabilir. Ancak İranlıların İslam Cumhuriyeti dışında her şeye razı olduğu varsayımının erken olduğu ortaya çıktı.
YORGUN İRAN HALKI
Birçok İranlı, yaptırımların onlarca yıl süren yıkımından ve yaptırımların daha da meşrulaştırıp uzattığı baskıcı devlet aygıtından yorgun. Ülke içinde birçok kişinin artık ellerini havaya kaldırıp ABD’nin sunduğu her anlaşmayı kabul etmeye hazır hale gelmesi şaşırtıcı değil. İran’ın Balkanlaştırılmasının gerçek bir ihtimal olduğu yönünde bir farkındalık var; toplumun bütünüyle dağılacağı Libya, Suriye, Irak benzeri başarısız devlet senaryoları da aynı şekilde. Öte yandan sürekli savaş ve yıkım tehdidinin arafında yaşamayı sürdürmek, bir yandan ülkeye dayatılan ağır yaptırımların sonuçlarını yönetmeye çalışmak, siyasal topluluğun geniş kesimlerini, kamu entelektüellerini ve genel nüfusu kabulleniş siyasetine doğru itiyor. İslam Cumhuriyeti ve hükmettiği insanlar için iyi seçenekler kalmış değil. ABD-İsrail savaşı, kısa süreliğine devlet ile ulus arasındaki ayrımı çökertebildi. Savaşın birleştirici etkisi silindikçe, toplumun her kesiminden İranlılar çözümsüz ekonomik yoksunluk ve eşitsizlikle yeniden yüzleşiyor; kuşatma altındaki devlet ise Amerikan imparatorluğunun ve onun çevresindeki aktörlerin sınırsız açgözlülüğüyle baş etmeye çalışıyor. İranlıların, ülkenin egemenliğinin savunusunu toplumsal adalet ve sivil özgürlükler mücadelesinden ayrıştırması gerekiyor. Savaşın tozu dumanı dağıldığında İran egemenliğinin sağlam kalıp kalmayacağı belirsiz. Tabii eğer savaşın tozu dumanı, İsrail’in hedefleri ve Batı’nın Ortadoğu haritasını yeniden çizecek kalemi elinde tutma arzusu varken, bir gün gerçekten dağılırsa.
Kaynak: counterpunch.org
Çeviren: Yusuf Tuna KOÇ