Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde 4. gün: 18 film seyirciyle buluştu

Ayvalık Uluslararası Film Festivali, cumartesi günü Ayvalık izleyicisine dopdolu bir program sundu.

Gün, heyecan verici üç yönetmenin yeni filmlerinin gösterimleriyle başladı: Gabriel Mascaro’nun Mavi İz’i, Christian Petzold’ün Aynalar No: 3 Okyanusta Bir Tekne’si ve Kelly Reichardt’ın The Mastermind’ı. Öte yandan festivalin yerli kısa filmler seçkisinin ilk seansı da seyirciyle buluştu.

Bu yılın öne çıkan yerli kısa filmlerini bir araya getiren seçkinin beş filmi Fabrika Ayvalık’ta gösterildi ve gösterimlerin ardından yönetmenler Ayvalık seyircisinin sorularını yanıtladı.

Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ın yönetmeni Cansu Baydar ve ortak yapımcısı Bige Önal, Mükemmel’in yönetmeni Ece Dizdar ve oyuncusu Özlem Öçalmaz, Aramızda Kalan Her Şey’in yönetmeni Ilgın G. Korugan, yapımcısı Sığla Ünal, oyuncuları Ece Doğa Bayraktar ve Dilara Vural, Kaçanlar’ın yönetmeni Deniz Cengiz ve oyuncusu Ceren Taşçı, Kaşık, Karga ve Diğer Çocuk’un yönetmeni Abdullah Özçelik gösterimlerin ardından seyirciyle buluştu. Yoğun bir katılımla geçen gösterimde kısa film yönetmenleri filmlerinin çıkış noktasını, Türkiye’de kısa film üretiminin dayanışmayla ve filme inanan yol arkadaşları bulmakla mümkün olduğundan bahsetti. Daha sonra film ekipleri seyircilerin filmlerle ilgili sorularını yanıtladı.

Festivalin yerli kısa metraj seçkisinde yer alan diğer filmler de bugün Fabrika Ayvalık’ta seyirciyle buluşacak. 

Festivalin dördüncü gününde Kırlangıç’ta iki yerli belgesel Ayvalık seyircisiyle buluştu. Yönetmenliğini Didem Pekün’ün üstlendiği Bazen Hep Birlikte, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın kurucularından, dansçı ve koreograf Mihran Tomasyan’ı takip eden bir film. İstanbullu bir sanatçı olmaya dair Tomasyan üzerinden geçmişten bugüne izlenimler sunan filmin ardından Mihran Tomasyan seyircinin sorularını cevaplamak üzere salondaydı. Tomasyan hem kendi hayatından hem de Didem Pekün’le çalışma biçimlerinden bahsederken sokak ve mahalleyle ilişkisi hakkında şunları söyledi: “Sokakla ilişkili bir nadasta olduğumu düşünüyorum. Tophane yaşamında başka bir komşuluk anlayışı vardı. Komşularımız ve mahalleliyle işbirliklerimiz ve ilişki biçimimiz evrildi. Bazen Kreuzberg’de gibi hissediyorum. Ama bir yaşam dengesi var.” Tomasyan gelecek temennilerini şöyle ifade etti: “Sınırsız, ülkelerin sınırlarının olmadığı bir gelecek hayal ediyorum. Belki biz değil ama torunlarımız için mümkün olur.”

Kırlangıç Ayvalık’ta gösterilen bir diğer yerli belgesel ise yönetmenliğini Özcan Alper’in yaptığı Bölük Pörçük – Bir Tuncel Kurtiz Biyografisi’ydi. Usta sanatçının hayatını, pek çok önemli ismin tanıklığıyla anlatan belgesel, başlı başına ekol sayılabilecek bir kariyeri anarken Türkiye’nin geçirdiği toplumsal, siyasal ve sanatsal dönüşüme dair de detaylı bir anlatı sunuyor. Filmin gösteriminin ardından Özcan Alper, filmin proje danışmanı Ahmet Gürata, filmdeki konuşmacılardan Berkay Ateş ve Tuncel Kurtiz’in eşi Menend Kurtiz de salondaydı.

“TUNCEL KURTİZ YENİYİ ARAYAN BİRİYDİ”

Yönetmen belgesele dair soruları cevapladı ve Tuncel Kurtiz’le ilgili birçok ilginç detay aktardı: “Ben Tuncel Kurtiz’le Sonbahar filmini yaptığımda Adana’da tanıştım ve belgeselde de anlattığımız gibi kolay biri değildi. Herkesle kavga eden ama aynı zamanda arkadaş olmaya çalışan biriydi. Aslında bu kavga, daha iyiye nasıl ulaşılabileceğinin cevabını bulmak içindi. Bunu gördüğünüz anda da sizle kavga etmesi rahatsız edici gelmiyordu. Benimle de arada dalga geçerdi; ‘Sonbahar tamam da İlkbahar’ı ne zaman çekeceksin?’ diye.” Söyleşide Tuncel Kurtiz’in bu bölgeyle kurduğu ilişkiye de dikkat çekildi: “Onun hayallerinde gerçekten bu coğrafya var. Buranın özellikle Yunanistan’la dostluk, komşuluk anlamında Batı’ya açılan bir kapı olmasının hayalini kurmuş. Burada dünyanın farklı yerlerinden sinemacıların, müzisyenlerin geldiği bir festival yapılmasını çok arzu ediyormuş. Bu coğrafyadaki bütün kültürlerin kendini ifade edebildiği, kendini var edebildiği, bunu sanat yoluyla beslediği bir festival hepimiz için bir temenni açıkçası.”

Filmin proje danışmanı Ahmet Gürata, Kurtiz’in yeni yönetmenleri her daim takip ettiğinden ve öneriler yaptığından bahsederken Alper ise şu ifadeleri kullandı: “Maalesef Türkiye’de belli bir yaşa geldikten sonra insanlar ben oldum deyip durmaya başlıyor. Tuncel Kurtiz tam tersine hep yeniyi arayan, farklı şeylere de açık tarafları olan biriydi.”

“KURMACA FİKRİYLE BİRAZ OYNAMAK İSTEDİM”

Dördüncü günde seyirciyle buluşan bir diğer filmse Gürcan Keltek imzalı Yeni Şafak Solarken’di. Başrolüne Cem Yiğit Üzümoğlu’nu taşıyan ve biçimci anlatımıyla öne çıkan deneysel belgeselleriyle tanıdığımız Gürcan Keltek’in yönettiği film, yenilikçi anlatım yöntemlerinin yanı sıra başarılı görüntü yönetimi, etkileyici ses tasarımı ve müzikleriyle öne çıktı. Gösterimin ardından Gürcan Keltek, filmin kurgucusu ve ses tasarımcısı Murat Gültekin ile birlikte seyircinin sorularını yanıtlarken kurmacaya geçme sebebi, İstanbul’da film çekmek, ses tasarımındaki özen, müzik kullanımı ve filmin referans dünyasıyla ilgili konulara değindi.

Keltek, gerçek ve kurmaca arasındaki geçişten şu sözlerle bahsetti: “Akın gerçek bir karakterdi ve biz belgesel bir film geliştiriyorduk. Fakat mevzular çok mahremiyet kazanmaya başladı. Belgeselde bu benim zihnimi çok meşgul eden bir konudur, neyi gösterip neyi göstermeyeceğim konusu. Sonra ben bütün projeyi kurmaca bir filme çevirmek istedim. Ama Akın’la birlikte oluşturduğumuz o zaman akışından bir hikâye çıktı. Bir de ben belgesel çekmekten çok sıkılmıştım. O yüzden kurmacaya girmek benim için de bir kaçış oldu. Sinemanın kendisi zaten bir kaçış. O yüzden onun içinde kendimi sınama imkânı buldum. Sırtımı oyunculara ve büyük prodüksiyonlarda çalışmış bir görüntü yönetmenine yaslama şansı buldum. Daha önce her şeyi kendim yapıyordum çünkü. O yüzden de kurmaca fikriyle biraz oynamak istedim. Ama hâlâ o belgesel duygusunun filmin içinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü İstanbul’un insanlarını ve bütün o tepkileri, her şeyi görmek istedim filmin içinde.”

Yönetmen filmin önemli unsurlarından İstanbul’la ilgili de şunları söyledi: “Filmde yavaş yavaş deliren ve gerçeklikle ilişkisini kaybeden bir karakteri tetikleyen bir şey İstanbul. İstanbul’da yaşayanlar iyi bilirler. Şehirsize sürekli dirsek, tekme atar adeta. Karakter de giderek yalnızlaşıyor ve kafasının içinde kendini her şeyin merkezi olarak görmeye başlıyor ve İstanbul’daki mitler, o grandiose yapılar da bunu tetikliyor. O mimariyle birlikte zihninde bir katedral gibi bir şey kurması, tüm bunlar benim belgeselde yapabileceğim şeyler değildi. O yüzden böyle bir yol seçtim.”

“UYARILARIN ULAŞMADIĞI BİR GEMİDEYİZ”

Festivalin paralel etkinliklerinin büyük çoğunluğuna ev sahipliği yapan ASKEV Sera’da bu yıl festival programında yer alan “Dünyanın Sonu Geldiğinde Ne Yapacağız?” başlıklı bölüme paralel düzenlenen konuşma vardı. Akademisyen Selim Eyüboğlu’nun festival program danışmanı Fatih Özgüven’le birlikte hazırladığı seçkide gösterilen filmlerin tartışıldığı söyleşide Eyüboğlu ve Özgüven’le birlikte Defne Koryürek ve Hasan Cem Çal da konuşmacı olarak yer aldı. Söyleşide ilk olarak Defne Koryürek söz aldı. Koryürek, sözlerine festival programında yer alan Aniara filminden bahsederek başladı. Nobel ödüllü yazar Harry Martinson’ın 1956’da yayımlanan aynı adlı bilimkurgu destanından uyarlanan Aniara’yı dünyanın sonu tahayyülü üzerinden ele alan Koryürek hem filmin hem de kaynak manzum metnin sunduğu felaket algısını değerlendirdi ve bugünün gerçekliğine dair tespitlerde bulundu: “NASA’nın rakamlarında, SpaceX’in rakamlarında, Apollo projesinde bir tek insanı Ay’a göndermek için aşağıda çalışması gereken insan sayısını biliyor musunuz? O uçuş ânında, o uçuş süresinde, oraya varış ânında hazır bulunması gereken insan sayısı 400 bin. Yani yukarıda bir şey kuracak olsanız, Mars’ta bir şehir kuracak olsanız aşağıda kaç kişi olması gerektiğini bir düşünün. Çünkü biz bir geminin kaptanını seçerken bir mühendis seçebiliriz. Geminin bütün ünitelerini anlayan bir mühendis seçebiliriz. Ama esas gemimiz olan, gezegenin kaptanını seçerken ekolojiyi bilen birini seçmeyi daha başaramamışız. Dolayısıyla aslında kaptansız bir gemideyiz. Yağmalanan bir gemideyiz. Uyarıların ulaşmadığı bir gemideyiz.”

Sinema yazarı ve akademisyen Selim Eyüboğlu ise konuşmasına Fatih Özgüven’le beraber hazırladıkları seçkiden bahsederek başladı.  “Dünyanın Sonu Geldiğinde Ne Yapacağız?” sorusu doğrultusunda ilerlediklerini ve benzer temada olsalar da bu sorunun dışında kalan filmleri dışarıda bıraktıklarını ifade ederek filmlerin ortak özelliklerinden bahsetti: “Bu filmler aslında dünyayı kurtarmak değil, kurtarmamakla ilgili. Hiçbirinde bir dünyayı kurtarma kaygısı yok. Sadece Eddington filmi bunlardan biraz farklı. Orada dünya yok olmuyor aslında ama bir tür ritüel sistemi çöküyor toplumda. Bunların yavaş yavaş içleri boşalıyor. Dolayısıyla dünyanın çöküşü bozulmuş ritüellerin çökmesi üzerinden gelişiyor. Polis gibi unsurların yerini birtakım ucube ritüeller alıyor.” Eyüboğlu “eşikte olan mekânlar” kavramını izah ederek devam etti ve bölümdeki tüm filmleri bu kavramın kılavuzluğunda değerlendirdi. Yazar Hasan Cem Çal ise seçkideki filmlerin zaman yapıları ve bunun felaketle ilişkisini inceledi. Filmlerin her birini bu doğrultuda detaylı biçimde analiz ederken felaket algılarındaki ortaklıkları ve ayrışmaları vurguladı. 

Festivalin dördüncü gününde Flamingo’nun Gizemli Bakışı, Mavi Ay, Inland Empire, Genç Anneler Düşüşün Tınısı, Josef Mengele’nin Kayboluşu ve Sound Dreams of Istanbul filmleri de seyirciyle buluştu. İlk gösteriminde yoğun ilgi gören Sirât ise ek bir gösterimle Büyük Park Amfitiyatro’daydı. Festival, 21 Eylül Pazar günkü gösterim ve etkinliklerin ardından sona erecek. 

Festivalde gösterimler bu yıl Ayvalık Belediyesi Vural Sineması Nejat Uygur Sahnesi, Fabrika Ayvalık, Kırlangıç Ayvalık ve ASKEV Sera’da. Biletler indirimli 170 TL, tam 220 TL olarak Biletix, Biletinial ve Fabrika Ayvalık’taki gişe üzerinden satışta. Kırlangıç Ayvalık’taki gösterimlerin tüm biletleri 100 TL’den satışa sunulurken ASKEV Sera gösterimleri ise ücretsiz gerçekleştiriliyor.