Semiha DURAK
Birleşik Krallık, mülteci ve göçmen politikasında son yılların en köklü değişikliğine gidiyor.
Kamuoyunu haftalardır meşgul eden, merakla beklenen değişiklikleri içeren taslak açıklandı. Şu an, henüz danışma aşamasında olan bu yeni düzenlemeler için, İçişleri Bakanlığı; bireyler, sivil toplum kuruluşları, işverenler ve yerel yönetimlerden görüş topluyor. Bu aşama 12 Şubat 2026’da tamamlanacak ve elde edilen görüşler bir rapor hâlinde Parlamento’ya sunulacak. Önemli bir bölümü yasa değişikliği gerektirmeyen, doğrudan İçişleri Bakanlığı’nın değiştirebildiği Göçmenlik Kuralları kapsamında düzenlenen bu değişikliklerin ne zaman yürürlüğe gireceği net değil. Ancak göçmen karşıtı söylemlerin yükseldiği ve aşırı sağın ivme kazandığı bir iklimde hükümetin süreci hızlandıracağına dair güçlü işaretler var.
Nitekim İçişleri Bakanı Shabana Mahmood, bazı düzenlemelerin Nisan 2026’daki Göçmenlik Kuralları değişikliği ile yürürlüğe girmesinin hedeflendiğini açıkladı.
Taslak metnin başlığında “Daha adil bir yerleşim” (A Fairer Pathway to Settlement) ifadesi kullanılsa da, her satırında ayrımcılığın belirgin şekilde okunduğu, hiç de adil olmayan bir model sunuluyor. Zaten metnin girişinde de yerleşimin bir hak değil, ayrıcalık olduğu özellikle vurgulanıyor. Bu modele göre süresiz oturum (indefinite leave to remain) otomatik bir hak olmaktan çıkarılıyor; devlet tarafından belirlenen performans kriterleriyle “kazanılması gereken bir ödül” haline getiriliyor.
Metni okurken ister istemez Hunger Games evrenindeki o dev arenayı hatırlıyorsunuz. “Daha adil bir yerleşim” bir distopya romanı ya da hayatta kalma yarışması olmayabilir; ancak tıpkı Panem düzeninde olduğu gibi toplumu sınıflara ayırıyor. Zenginlere ayrıcalıklar veriyor, düşük gelirli ya da savunmasız kitlelerin yolu uzuyor, belirsizleşiyor, zorlaşıyor.
PERFORMANSA GÖRE GÖÇMENLİK
Yine bu hafta, pazartesi günü açıklanan yeni iltica paketi de aynı zihniyetin izlerini taşıyor. Bu pakete göre mülteci statüsü artık kalıcı olmayacak; her üç yılda bir yeniden değerlendirilecek ve “güvenli” ilan edilen ülkelerden gelenlerin statüsü geri çekilebilecek. En tartışmalı önerilerden biri ise küçük botlarla gelen sığınmacıların üzerlerindeki değerli eşyalara el konulması. Hükümet, sığınmacıların yanlarında taşıdıkları takı, nakit para ve diğer değerli eşyaların konaklama masraflarını karşılamak için alınabileceğini savunuyor. Nikâh yüzüklerinin kapsam dışı bırakılması bile, bu önerinin tarihteki çağrışımlarını hafifletmeye yetmedi. İnsan hakları örgütleri, bunun Nazi Almanyası’nın Yahudilere yönelik sistematik el koyma politikalarını hatırlattığını belirtirken; bazı yorumcular bu fikri kamuoyunun tepkisini ölçmek için üretilmiş bir “şok öneri” olarak görüyor.
İçişleri Bakanı Mahmood, hükümetin sertleşen göçmen politikalarını “Ben de bir göçmen çocuğuyum” diyerek açıklasa da, bu söylemin toplumda beklediği etkiyi yarattığını söylemek zor. Halk bu tür taktiklere artık alışkın. Toplumda tartışma yaratacağı bilinen düzenlemeler çoğu zaman azınlıktan gelen isimler üzerinden duyuruluyor. Bu, hem kararların meşruiyetini artırmak hem de toplumsal tepkiyi azaltmak için kullanılan artık ezbere bildiğimiz bir strateji.
Mahmood’un önerdiği göçmenlik politikalarının ruhu, beklendiği gibi belirgin biçimde Danimarka çizgisinde. Hatta bazı yönleriyle Danimarka’dan daha katı ve daha ekonomi odaklı bir sistem söz konusu. Ekonomik performans yerleşim hakkı kazanmanın temel ölçütü hâline gelirken, Birleşik Krallık’ta gelir eşiklerinin çok daha yüksek olması bu modeli Danimarka’ya kıyasla daha elitist bir noktaya taşıyor.
Yeni model, çoğu göçmen için yerleşim süresini 5 yıldan 10 yıla, vasıflı sayılmayan işlerde çalışanlar için ise 15 yıla çıkarıyor. Diğer yandan, yıllık geliri yüksek olanlara önemli ayrıcalıklar tanınıyor. Yıllık geliri en az 50 bin 270 sterlin olanlar 5 yılda en az 125 bin 140 sterlin olanlar ise 3 yıl içinde yerleşim hakkı, daha doğrusu ayrıcalığı, kazanıyor. Bu gelir seviyelerine toplumun sadece çok küçük bir kesiminin ulaşabildiği düşünülürse, bu modelin toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, sınıfsal ve etnik ayrımları derinleştirme riski son derece yüksek.
DİSTOPYANIN İNŞASI
Devlet yardımı konusu da bu “reform” paketinde önemli bir yere sahip. Yardıma başvurmanın oturum kazanma süresini uzatabileceği belirtiliyor. Oysa halkın tüm düşük gelirli kesimleri gibi göçmenler de sağlık sorunları, hamilelik, çocuk bakımı veya işveren sömürüsü gibi nedenlerle geçici olarak sosyal desteğe ihtiyaç duyabiliyor.
Bu uygulama yoksul aileleri cezalandırıcı bir mekanizmaya dönüşerek yoksulluğu daha da derinleştirebilir.
Yeni model, yasadışı giriş yapanlara son derece ağır yaptırımlar öngörüyor. Süresiz oturum kazanmak “ceza amaçlı” 20, bazı durumlarda 30 yıla kadar uzatılıyor. Bu kadar uzun süren belirsizlik kişinin istihdamını ve sosyal bütünleşmesini engelleyebileceği gibi ağır psikolojik sonuçlara da yol açabilir.
Göçmenliği performans, ekonomik güç ve uyum kriterleri etrafında yeniden kurgulayan bu reform önerileri son derece ayrımcı ve insan haklarına aykırı özellikler içeriyor.
Bütün bu tabloyu düşündüğümüzde, Hunger Games benzetmesi retorik bir unsur olmanın ötesine geçiyor ve şu soruyu daha anlamlı hâle getiriyor: Birleşik Krallık, gerçekten adil ve kapsayıcı bir göçmenlik sistemi mi inşa ediyor, yoksa modern dünyanın sakin ve bürokratik görünümlü arenasında yeni bir distopya mı yaratıyor?