Korktuğun her şey, mahrum olduğun her şeydir.
Photo by Jan Tinneberg on Unsplash
Önce bu cümle belirdi zihnimde.
Ben de bu sırrı tam olarak bilmiyorum, yanıtını arıyorum. “Bulunca eline ne mi geçecek?” diye soracak olanınız varsa… O kapıyı açacak demek isterim. O kapı, hangi kapı mı? Ardında mükafatların bulunduğu, cennetin vaadi değil ama onun bir yansıması… Nasıl Cehennemin bir parçası şu an buradaysa, cennetin de keza öyle…
Görsel ya da tatsal nimetlerden bahsetmiyorum. Gönle hoş gelen her şeyin karışımı, her şeyin… Karşılığını ‘huzur’ kelimesi ile de kolayca ifade edebiliriz.
Hiza deyince akla ilk gelen: Sıraya girmek gerektiği geliyor. Bu sıranın her zaman yan yana dizilmek olmadığını kavramaksa vakit alıyor. Mesafeli durmak da hizada olmaktır. Bazen olman gereken yer, yanı başı değildir.
Uzakta durmak, çarpmaz kalmak, önüne geçmek, az biraz gerisinde durmak, hatta hiç görünmeyecek şekilde kaybolmak. Olması gerektiği yeri belirlemek.
Bir de doğru anda doğru yerde buluşmak var.
Çoğu zaman çok acele ettiğimiz ya da endişelerimiz yüzünden geç kaldığımız için; doğru yeri doğru olmaktan çıkartıyoruz.
Bunun temelini esasen eylemlerimiz belirliyor. Duygular, düşünceler ahenk içinde olmadığı taktirde bocalıyoruz. Dış etkenleri saymıyorum bile…
Zaten onlar da doğrudan duygu ve düşünceleri şekillendiriyor. Biliyorum, yüzleşmek zor, kendinle yüzleşmek daha da zor. Yıllar içerisinde edindiği bilgileri, kazandığı özsaygıyı ve sevgiyi bir çırpıda kaybedecek zannediyor insan. Bir sürü mücadele vermişsin, mağlubiyet görmüşsün, galibiyetlerini ise yorgunluğundan kutlayamamışın. Henüz kutlayamadığın her kazancından mahrum kalmak, ürkütücü değil mi?
İnşa ettiğin, emek verdiğin her şeyi sarsacakmış gibi, bunca edindiğin tecrübeleri hiçe sayıp, aynı hataları yapmana vesile olacakmış gibi. Gibi de gibi.. Evet, tam olarak bu böyle. Ben onca yıl kendimi ararken, tam veya tama yakın bulmuşken; puzzle’ın parçalarını yerine oturtmuşken, hepsi birden savrulursa, bir daha bir araya getirmeye mecalim var mı, yok mu?
Mecalin yoksa yaşamdan çok bir şey bekleme! Çünkü sen bozmasan da başka bir etkenden bir sarsıntı olur ve yine dağılabilir. O zaman ne yapacaksın?
Nasıl bir filizin ağaca dönüşüp, meyve verme süreci uzun sürüyor ve emek istiyorsa; insan olmak da buna benziyor. Bir şeyi unutuyoruz ama… O ağaç o meyvelerini her sene veriyor. Kimi yıl daha fazla kimi yıl daha az miktarda; fark etmez. Toprağını sen seçtin. Suyu, vitamini sen verdin hoş vermesen de doğa ona bir şans tanıyor. Yine kendini yeniliyor. Yorulduğunu da görmedim. Zaten göstermiyor. Doğanın ona ait olandan vazgeçtiğine ise kimse şahit olmamıştır.
Diyeceksin ki ben insanım. E bu dünyaya aitsin ya sen de! Öyle yaptım ettim, meyvemi topladım, parçaları tamamladım, bitti işim yok! Keşke olsa ama yok. 🙂 Olması gerekene erişmekten ziyade onu muhafaza etmek hatta üzerine katabilmek maharet ister. Esas çabayı o gerektirir. Aksi taktirde o kutlayamadığın galibiyetleri hiç kutlayamamak gibi, tekrar geri kazanmakla uğraşırsın. Yani, kaybedersin.
Doğru hizadan kastım bu. O mevcudiyeti sağlamak için doğru hamleler olmalı. Kalp ve aklın dengesi sağlanmalı.
Acele etmezken, bazense acele ederken kendini bulursun. Fakat ben kendimce en çok zorlandığım şey: Çocukluğumdan beri var olan bu ‘sabırsızlığım’. Belirsizliğe olan tahammülsüzlüğüm. Hep dile getirdiğim, törpülediğim fakat tamamen üstesinden gelemediğim. Yazarken bile bir gün sonrasına sarkıtmak istemiyorum. Yorgunluktan gözlerim acısa, ellerim yorulsa da bitirmeye çalışıyorum. Es versem “farkı bir eser çıkar” diyemiyorum. Cümlelerin birbiriyle olan bağlantıları kopacakmış gibi geliyor. Bu yüzden o dengeyi, ben de haliyle pek sağlayamıyorum.
Tabii hayat bu, eksik yönümden dolayı hep sabrımla sınadı beni. Bu hayatta çok bekliyorum, bekletiliyorum. Sonra aman ne olacaksa olsun deyip, bir çuval inciri berbat edebiliyorum. Olacakken, olmuyor. Sonra “neden olmadı?” E bir durmadın da ondan! Her hamleyi sen yapamazsın ki, bırak izle, gözlemle, bak, nasıl geçiyor süreç. (Biraz satrançça benzetebiliriz.) Yani Bu sebeple kuduruk halimle bir o yana bir bu yana geçiyorum. Hizayı bozuyorum. Tam karşısında durmam gerekirken, görünmez bir noktaya geçiyorum. Görünmemem gerektiği an ise tam dibinde bitiyorum. Hamleler karıştıkça, ben de karışıyorum. Rahat olup, oluruna bıraktığımda, kendiliğinden çözüldüğünü her seferinde unutuyorum. Hatırladığımda sakinliyorum. Bir süre sonra yeniden telaşlanıyorum. “Ya geç kalırsam? Ya erken davrandıysam?”
Bundan yıllar evvel zamanımız çok var gibi geliyordu. Her şeyi erteleyebilme lüksümüz var gibiydi. Şimdi ise yaşamın ortasında yetişmeyecek, olmayacak korkusu.. Halbuki, zamanımızın ne kadar olduğu ile ilgili hiçbir fikrimiz yok, olamaz. Evet, böyle düşününce acele etme konusu haklı bir konu olarak görülse de; tam olarak şu an yanıldığım nokta bu.
Yarın kıyamet kopacakmış inancıyla, neden bekliyoruz ki yanılgısı!
Oysa, benim o puzzelı tamamlamam epey zamanımı aldı. O ağacı yetiştirmek ise yıllarımı… Güzel olan her şey emek istiyor. Emek! Başka türlüsü mümkün değil. Aksini hiç görmedim, okumadım, yaşamadım ve yaşayana da şahit olmadım.
Photo by Sigmund on Unsplash
O zaman devreye tevekkül ve tahammül girsin. Tahammül demişken, benim sözlüğümde silik olan nadir kelimelerden biridir. Yaş almış ve yaşanmışlığın getirisidir. Gerçi şunun altını kalınca çizmek gerekir. Burada kötü, istenmeyen bir durum veya kişiye tahammülden bahsetmiyoruz. Hedef ve hayallerin anahtarı olan tahammülden bahsediyoruz. Bu biraz sabrın kardeşi gibi.
“Tevekkül eden insan Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz.” deniliyor. Peki ya kendimizden?
Korktuğun her şey, mahrum olduğun her şeydir. Çünkü seni alıkoyar. Emek vermene, çaba göstermene engel olur. Kafanda hep karanlık düşünce, “Yine hayal kırıklığına uğrarsam?” Uğrasak mı acaba? Hiç denemeye değer bir şey kalmadı mı? Hepsini mi tükettik? Oysa daha bir çok şeyi deneyimlemedik.
Öyleymiş gibi geldi. Yanıldık. Yanıldıkça gerçeği aramaz olduk. Bulduğunu sandığımız an ise ya kaçtık ya da geri çekildik ki; bu da bir nevi kaçmak oldu.
Olacak şey var, olmayacak şey var. Bir de olması için gerekli şartların oluşturulması. Bizse olmaması için daha çok çalışıyoruz gibi.
Rutinden sıkılıyoruz. Farklı bir şey yapmıyoruz. Yaptığımız bir şey oluyor sonra onu da alışkanlık haline getirip, onu da rutinimiz yapıyoruz. Ölçüyü ya çok kaçırıyoruz ya da hiç vermiyoruz. Nihayetinde hizadan çıkan yalnız biz olmuyoruz. Bizimle beraber hayatımızda var olan her şeyde yer değiştirmeye, karışmaya başlıyor. Toparlaması için halimiz kalmayınca da “dağıldım” diyoruz. Yine diyorum dağıl zaten dağıl, bir silkelen de kendine gel.. “Bükülürüm ama kırılmam “sonraki aşama!
Her yerde yazıp, söylemeyi biliyorsun ama! Çoğu dizinin repliği amma da meşhur oldu yine: “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” Şems-i …
Vay be ne güzel söz. E senin içinde geçerli değil mi? Değilse değil canım, tamam karışmam. 🙂
Ben nadiren de olsa nefes almayı unutuyorum. (çok düşünmekten) Sonra boğuluyorum. Ne oluyor diye sorgularken “Hay Allah! Nefesimi tutmuşum.” diyorum. (Az öncede oldu.) Bir çok şeye kafa yorarken, bir çok şeyi aynı anda düşünebilmek; bir meziyet mi eziyet mi tartışılır.
Bir yazımda bahsetmiştim. Bu hayatı gamsız olanlar değil, sakin olanlar yaşar diye…
Biraz sakin olmanın, sakin kalmanın yollarını arıyorum. Belirsizliğe kucak açabilmeyi umuyorum. Hala hedef koyabilen bir akla, hayal kurabilen bir kalbe sahip olduğum içinse şükrediyorum.
Gerektiğinden fazla korkak olduğum anlar kadar gerektiğinden fazla cesur davrandığımda da hatalar yaptığımı biliyorum. Bu dengeyi yakalamak ve hayatımdaki tüm olguları ve kişileri doğru yere hizalamak için; bu dengeyi bulmam şart farkındayım. Belki de neredeyim diye endişe etmek yerine, Onların bulunduğu yere odaklanıp, adımlarına eşlik etmek de işe yarayabilir.
Çünkü iki dengesizin dengesi, uyumsuzun uyumunu yakalamak gerek. Birbirini kabul etmekten ziyade ona benzemeye çalışmak değil de; yol, hani ona eşlik etmekten geçer gibi. Buna da aslında onu anlayama çalışmak da diyebiliriz.
Geri kalanlar için ise: Sen kendi içindeki diğer ‘sen’lere kulak verip, onları bu ahenkli dansa ayak uydurmalarını sağlamak istemenle başlayabilirsin.
Yine istemek, çabalamak, sabretmek ve sakin kalabilmekle ilgi oldu sanki..
Çünkü hayatın denklemi basit, uygulamaya geçirmesi zor. İşimize gelmediği her durumun, hayrımıza işlediğini anlamanın zorluğu ile aynı.
Benim olan beni bulur. Ben neyinsem ben de onu bulurum. Birbirimizi buluruz. Nerede, ne zaman, nasıl davranmak gerektiğini içimde müzakere ederken, kendimle yüzleşmeyi ihmal edemem.
Gerekirse sil baştan, en baştan ama en iyi haline getirerek. Yoksa, şikayet etmen hayatın hiç umurunda değil. Kaçırdığın fırsatlar, kaybettiğin insanlar, onu çok da ilgilendirmiyor. O, sana hak ettiğini vermekle yükümlü.
Hak etmek içinse hak etmek gerek!
Ve pek tabii bazı şeylerin sadece bizim elimizde olamadığını bilmek. Her insanın iradesi var. Son söz, ne kadar büyük iradenin olsa da önce bizimkine de bakıyor işler… Ona göre şekillendiriliyor. Buna da kader deniliyor.
Photo by Christian Harb on Unsplash
Hayat, “Sen hizalanmanı doğru yaparsan, şu koşuşturmaların baki olduğunu kabul edersen, biraz da güvenirsen bana, ben zaten sana en güzelinden vereceğim.” diyor. Diyor da duyacak gönüller de istiyor.
Sükûnet içinde bekliyorum. Bazı şeyler değil, her şey yarım kalacak artık biliyorum. Olduğu kadarıyla, olması gerekenle hayatı yaşamak istiyorum.
Bir de şu var: Sen ister bana dahil ol ister harici ama sen de var ol. Ben seni olsun diye değil, ‘olursa güzel olur’ diye hayatıma istiyorum. Olmasan da başka türlü güzel olacaktır.
Ben elimden geleni yaparım, kalanı hayata emanet ederim. Hiza benden, zaman senden… Gerisi zaten olur.
Hep güzel olsun.
Sevgilerimle,
G.A.
Tüm yazılarıma ücretsiz Medium profilimden erişebilir ve abone olabilirsiniz.
Yazılarımla ilgili sorularınız veya geri bildirimleriniz için bana her zaman adresinden ulaşabilirsiniz.
Aynı Hizaya Gelmenin Sırrı? was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.