Primo Levi, ünlü üçlemesinde insanı şaşırtan derinlikte sorular sorar, bazen yanıtlar verir, bazen söyleyecek bir şey bulamaz. Levi, Nazi lagerlerinin en ünlü misafiri; “boğulanlar” değil, “kurtulanlar” içinde yer alan çok az sayıdaki şanslı insandan biri olarak olarak, daha kamptayken yazmaya başlamıştı. Gizli bir not defterine değil; beyninin içine.
Levi bir “kurtulan” olarak, “lager olgusunun hâlâ karanlık görünen yönlerine” ışık tutmak ister. Üçlemesi, Bunlar da mı İnsan, Boğulanlar Kurtulanlar ve Ateşkes’tir. Üç cildi defalarca okunmaya değerdir. O, -baraka arkadaşı Jean Amery ile beraber-, Nazi lagerleri üzerine yazılmış en önemli eserlerin sahibidir.
Toplama kampı dünyasının ne kadarlık bölümü tamamen yok olmuştur ve bir daha geri dönmeyecektir, tıpkı kölelik ve düellolar gibi, diye sorar. Peki, ne kadarı geri dönmüştür ya da dönmektedir, diye ekler. Her birimiz bu tehditlerin yok edilmesi için ne yapabiliriz, diye inatla sorar. Çünkü ona göre Auschwitz, Hiroşima ve Nagazaki’ye, gulag utancına, kanlı Vietnam hareketi, Kamboçya’daki ulusal kıyıma, Arjantin’de yok olan insanlara karşın hâlâ tekil bir olay olarak kalmaktadır. Başka hiçbir yer ve zamanda böylesine öngörülmesi olanaksız, böylesine karmaşık bir olgu yaşanmamıştır.
Yahudiler, Primo Levi’nin -kendisini de eleştirdiği- unutulmaz eserleri ve diğer tüm yapıtlarıyla, soykırım sözleşmesinin yazılmasına ve insanlığın hizmetine girmesine yol açtılar. Bizatihi soykırım sözleşmesinin mimarı -yokluklar içinde, bir hotel odasında ölecek olan- Lemkin’di.
Ancak o sular çoktan aktı geçti. Artık Yahudiler, bir kurban değil, soykırım faili durumundalar. Soykırım mahkemesi olan Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) İsrail devlet yetkililerini soykırımdan daha geçen yıl suçlu buldu. Binlerce vicdanlı Yahudi -sokaklarda protesto ettikleri, ama durduramadıkları- başbakanları Netenyahu sayesinde bu utanç verici damgayı yediler. Kolay değildir, kurbanken fail olmak. Ama kurbanın faile dönüşmesi, -ne yazık ki- bir istisna da değildir.
“Teknolojik deha ile fanatizmi birleşmiş hali” olarak Auschwitz, galiba “biricik” olma özelliğini çoktandır kaybetti. Zira Auschwitz, artık Polonya’da değil, çok uzakta, Filistin’in Gazze bölgesindedir. Ve bu bölgede 1948’de Yahudi Devleti’nin kurulduğu günden beri soykırım suçları -rutin olarak- işlenmektedir.
Srecko Horvat ünlü eserinde, “Auschwitz Sahil’de” (Avrupa’da) adlı sergiyi hatırlatarak, Avrupalıların kendilerine ulaşmak için binlerce kilometre öteden gelen mültecilere karşı seferber ettikleri silahlı filoları kastederek Avrupa sahiline, “çağımızın Auschwitz’i” adını vermişti. Avrupa’da kıyamet kopmuş ama mültecilere karşı tavır değişmemişti.
Demek ki Auschwitz hiç de biricik ya da istisna değil. Levi’nin de belirttiği gibi, “toplama kampı dünyasının önemli bir bölümü” yok olmamıştır. O hep içimizde yaşamaya devam etmektedir.
Gazze’de kadınları, çocukları her an bombardımanlarla öldüren, hastaneleri, evleri, okulları, seyyar sağlık merkezlerini, BM görevlilerini, gazetecileri, sağlık çalışanlarını katleden, günde ortalama 60-100 insanı öldüren, uluslararası yaptırımların hiçbirine uymayan İsrail, -bir zamanlar Yahudi halkının esir ve kurban olduğu- Auschwitz’i Gazze’ye taşımıştır. Gazze günümüzün Auschwitz’idir.