“Atatürk ölmedi
Yüreğimde yaşıyor
Uygarlık savaşında
Bayrağı o taşıyor”
1970’li yıllarda Erdoğan Okyay’ın sözlerini yazıp bestelediği bu çocuk şarkısını bilmeyen çok azdır. Dört dizede bize ölümün kaçınılmazlığı karşısında elimizden gelebilecek olanı bütün sadeliğiyle dile getirir. O, “içimize alıp”, ruhumuza katabileceğimiz ve yolunda yürüyebileceğimiz biri olmuştur. Artık bedeni ile değil yapmak istedikleriyle yaşatabileceğimiz biridir. Arzusu da çok yalındır; uygarlık için savaşmak!
12 Eylül Faşizmi, soğuk savaşın antikomünist ileri karakolu olan Türkiye’de siyasal islamın temellerini atarken belki de en çok toplumu Atatürk’ten “bezdirmek” için uğraşmıştı. Başardı da! Askeri cuntanın 10 yıllık icraatı (Özallı yıllar Cuntaya dahildir) boyunca Atatürk, sürekli maruz kalmaktan bıkılan, katlanılması gereken bir tören ritüeli, gelişmenin, dünyaya açılmanın önündeki bir engel, ordunun tekelinde bir baskı aracı haline getirildi.
Oysa altmışlı yıllar boyunca Atatürk özellikle ilerici, sol çevrelerde enine boyuna tartışılmış, doğruları ve yanlışlarıyla hesaplaşılmış ve Atatürklüğünden çok Mustafa Kemal devrimciliği miras olarak kabul edilmiş bir kurucu lider olarak görülmeye başlanmıştı. Denizler (Gezmiş), 1968’de 1- 10 Kasım arasında Samsun’dan başladıkları yürüyüşü Anıtkabir’de sonlandırırken de; 1967, 68, 69 yıllarındaki 6. Filo protestolarında devrimciler, Amerikan askerlerini Dolmabahçe’den denize atarlarken de Mustafa Kemal’in bağımsızlık ülküsüne yaslanıyorlardı. Mahir Çayan da hesaplaşmıştı Mustafa Kemal’le ve o da devrimin laikliği, bağımsızlığı, halkçılığı ile bütünleşmişti.
12 Eylül’ün faşistleri tamamlanmış bir matemin üstüne akbabalar gibi üşüştüler ve Mustafa Kemal’i mezarından çıkarıp, bir Atatürk hayaletine vıcık vıcık yas törenleri düzenleme başladılar. (Çok benzer bir manipülasyonu yıllar sonra Radovan Karadzic yapmış, doksanların başında, 600 yıl önce ölen Sırp prensi adına gıyabi cenaze namazları düzenleyerek Bosna katliamlarının önünü açmıştı.)
Doksanların ortasına kadar süren bu Atatürk matemleri onu bir hayaletten hortlağa dönüşürdü. Ardından, her hıyarım var diyene elinde tuzla koşan liberaller bu hortlağa saldırdılar. “Eski, içe kapalı, dünyadan kopuk” Türkiye gibi, Mustafa Kemal’e en ters özellikler bu hortlakla bütünleştirildi. Onu Mussolini ve Hitler’le eş tutanlar bile oldu.
Siyasal islamcılar işte bu hazırlanmış, gübrelenmiş, mümbit arazide gönüllerince yeşerip, serpildiler. Aslında en gerici olan kimlik ve mezhep siyaseti sanki ilerlemenin ön koşuluymuş gibi pazarlandı. Gelmekte olan sömürü ve gericileşmeye karşı durmaya çabalayanların elinde ise maalesef Mustafa Kemal değil, Atatürk hayaleti kaldı.
Özünden, ilkelerinden, arzusundan arındırılarak bir hortlağa dönüştürülmüş olsa da hayalet o kadar yüreklere işlemiş ki, son on beş yıldır insanlar Anıtkabir’de ziyaretçi rekorları kırarak, kendilerini korumaya çalışıyorlar. RTE bile 15 Temmuz darbe girişiminde parti binasına devasa bir Atatürk posteri asarak toplumdan yardım istemek zorunda kaldı.
Mezarlıklar sığınma yerleri değil, hesaplaşma yerleridir. Gidene, o gittikten sonra neler olup bittiğini ve onun yokluğunda ne yapıp ettiğimizi anlatırız. Mezara doğru konuşuruz ama içimize aldığımıza, kendimizin bir parçası yaptığımıza, kendimize anlatırız.
Hayaletin mezarına dönmesinin önünü açmalı ve içimize aldığımız arzusunu gerçekleştirmek için eyleme geçmeliyiz.
Turgut Uyar’ın ağıtına kulak vermeliyiz; “Bir dağ taşıyorum omuzlarımda/ Haşre (sonsuza) kadar götüreceğim koşaraktan”. Devrimcilerin Mustafa Kemal’i için mateme gerek yok, devrimler bitmez, devrimciler de…