Arjantin fiyaskosunu tartışmanın önemi

Galip Yalman

Bundan 23 yıl önce, Pınar Bedirhanoğlu ile birlikte yazdığımız ve Arjantin’de 2001 yılı sonunda yaşanan finansal krizi değerlendirdiğimiz bir makalenin başlığı aynen buydu.[1] Bugün geldiğimiz noktada, hem 19 Kasım 2023’te yapılan devlet başkanlığı seçimleri sonucunda iktidara gelen Javier Milei’nin seçim zaferinin anlamını, hem de Milei’nin iktidara gelişinin daha iki yılı dolmadan bir kez daha ciddi bir ekonomik krizle baş başa kalan Arjantin ekonomisinin durumunu bu başlıktan daha iyi özetleyen bir ifade bulmak ne yazık ki, kolay değil.  

Üstelik, ülkemizde de uygulanan uzatmalı neoliberal kriz yönetim stratejisini savunmak için, enflasyonla mücadelede “Milei mucizesini” örnek gösteren çevreler olması, Milei yönetiminin bir kez daha örneklediği neoliberal fiyaskonun üzerinde durmanın, önemini ortaya koyuyor. Aynı zamanda, Milei’nin 2023 ve 2025’teki seçim “zaferleri”nin üzerinde durulması gereken bir boyutu daha olduğunu vurgulamak gerekir.  Zira Arjantin’de yaşananlar, uzun süreli ekonomik kriz sürecinin, halk kitlelerinde yol açtığı umutsuzluk ve çaresizliğin, alternatif bir ekonomi programının merkezinde olduğu bir karşı hegemonya projesinin geliştirilemediği bir durumda, neoliberal dönüşüm projesini yeniden pekiştirmekte işlevsel olabileceğini göstermektedir. 

Tabii 26 Ekim 2025’de yapılan ve Milei’nin beklentilerin aksine güçlenerek çıktığı kısmi parlamento seçimlerinin hemen öncesinde, Trump yönetiminin Milei’nin olası bir seçim yenilgisini önlemek için, deyim yerindeyse, kesenin ağzını açarak, Arjantin ekonomisine kaynak transfer etmesi de neoliberal kriz yönetme stratejisinin krizinin yeni bir tezahürü olarak karşımıza çıkmakta. Kısaca açıklamak gerekirse, söz konusu stratejinin yol açtığı toplumsal çöküş ve ekonomik iflasın bir kez daha gözler önüne serilmesiyle birlikte, piyasa rasyonalitesinde yeri olmadığı varsayılan devlet müdahalesinin kaçınılmaz olarak devreye girdiğine tanık olmaktayız. Üstelik rezervleri sıfırlanmış Arjantin Merkez Bankasının çaresizliği karşısında, likidite sağlamak amacıyla müdahale eden, bu kez bir “dış güç”, yani ABD devletiydi. ABD’nin hem swap anlaşması hem de peso satın alarak, dolar sağlama yoluna gittiği bizzat Hazine Bakanı Scott Bessent tarafından açıklanmaktaydı. Bessent’e göre, Trump yönetimi, Milei’nin “serbest piyasa” reformlarının dünya kapitalist sisteminin geleceği açısından kritik öneme haiz olduğu gerekçesiyle, piyasalara güvence verecek istikrarı sağlamak için “ne gerekiyorsa yapmaya” karar vermişti. Neoliberal kriz yönetme stratejisinin açmazlarını belirtmek ve bu kez Milei fiyaskosunun nedenlerini ortaya koymak için, Arjantin’in son yarım yüzyıllık tarihinin kritik dönüm noktalarını kısaca hatırlatmak, özellikle ekonomik ve toplumsal krizin derinleşmesine yol açan gelişmelere kısaca değinmek yararlı olacaktır. 

ASKERİ DİKTATÖRLÜKTEN GÜNÜMÜZE ARJANTİN: EKONOMİK VE SİYASAL KRİZLER ARASINDA SALINIM

1976-1983 döneminde, “kaybolanların” sayısının belli olmadığı gaddar bir askeri rejim altında dünya ekonomisiyle bütünleşmiş “açık bir ekonomi” yaratmak için IMF destekli “yapısal reformları” deneyimleyen Arjantin’de sonuç, sadece neden olduğu toplumsal ve ekonomik yıkım dolayısıyla değil, söz konusu modeli destekleyenler açısından da oldukça hazindi.[2] Dış borç bunalımının belirlediği koşullarda çöken, sadece askeri diktatörlük değil, aynı zamanda uygulanmaya çalışılan kriz yönetimi anlayışıydı.  Dolayısıyla, bu deneyimden, döviz kurunun enflasyonla mücadelenin temel çıpası olarak kullanılmasını esas alan istikrar programlarının tasarlanması açısından da dersler çıkarılması gerektiği ileri sürülecekti.  

1983’de yapılan seçimlerle iktidara gelen sivil yönetim açısından ise, başarısız dış borç erteleme çabaları sürerken, kısa sürede yaşanmaya başlanan yıllık dört haneli enflasyon sonucunda, kaybedilen toplumsal destek, 1989’da yapılan seçimlerle birlikte iktidarın el değiştirmesine yol açacak; bu da kısa süre sonra döviz kurunun enflasyonla mücadelenin temel çıpası olarak kullanılmasını yeniden gündeme getirecekti. Askeri rejim dönemindeki “tablita” deneyiminden çıkarıldığı düşünülen derslerin unutulduğunu gösteren bir şekilde, peso’yu dolara eşitleyen sabit bir döviz kuru uygulaması olan Konvertibilite Planını, IMF ve Dünya Bankası’nın da desteğiyle, 1990’lı yıllar boyunca uygulayan Arjantin, uluslararası finans piyasalarının gözbebeği olacaktı. Dönemin ABD Hazine Bakanı Brady ile anılan borçlu Latin Amerika ülkelerinin borçlarını, özelleştirme vb. koşullara bağlayan borç erteleme stratejisinin, Konvertibilite Planının uygulanabilmesi için elverişli bir süreç başlattığı da vurgulanacaktı. 

Asya krizi olarak bilinen süreçte (1997-1998), Arjantin ekonomisi uluslararası finans piyasalarının en gözde “yükselen piyasa ekonomisi” olarak, elverişli olduğu ileri sürülen koşullarla hızla dış borçlanma rekorları kırmakta, IMF’de izlenen politikayı överek, diğer “yükselen piyasa ekonomileri” için benimsenmesi gereken bir model olduğunu belirtmekteydi. Gerekçe olarak makro-ekonomik istikrar ve finansal uyum için böyle bir programın gerekli olduğunun ileri sürülmesi dikkat çekiciydi. Nitekim, Türkiye’ye Aralık 1999’da üç yıllık bir stand-by anlaşmasını empoze eden IMF’nin, enflasyonla mücadele aracı olarak döviz kurunu nominal çapa olarak belirleyen bu programı, Arjantin’de 1990’lı yıllar boyunca desteklediği programdan esinlenerek hazırlandığı bilinen bir gerçekti. Ne var ki, tıpkı Kasım 2000- Şubat 2001 döneminde ülkemizde yaşanan ve Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinde önemli bir dönüm noktası oluşturacak krizde olduğu gibi, Arjantin’de de 2001-2002’de IMF stand-by programı uygulanırken yaşanacak kriz sonucunda, döviz kurunu nominal çapa olarak kullanmaktan vazgeçilerek Konvertibilite Planı terkedilecekti. Üstelik, piyasalara güven verecek istikrarı sağlamanın anahtarı olarak sunulan uygulama, banka sisteminin çökmesi ve vadesi gelen dış borçlar için moratoryum ilan edilmesi ile sonlanacaktı. Mevcut stand-by çerçevesinde sağlaması gereken kredileri zamanında ödemeyerek Arjantin’in krize girmesinde belirli bir sorumluluğu olduğunu zımnen kabul eden IMF, daha sonra bir dizi çalışma yaptırıp, deyim yerindeyse günah çıkaracaktı. 

Dış borçların sürdürülebilirliği, finansal istikrar açısından kritik bir mesele olarak görülünce, uluslararası finans piyasalarının belirleyici olduğu stratejik tercihler doğrultusunda hem sermaye kesiminin hem de devletin yeniden yapılandırılması önem kazanmakta, IMF’nin kriz önleme ve kriz yönetme stratejileri bu açıdan da işlevsel olmayı amaçlamaktadır. Ne var ki, Arjantin’de 2001 sonunda yaşanan ve çok kısa sürede birbiri ardına istifa etmek zorunda kalan devlet başkanlarını öğüten bir siyasal krizi de beraberinde getiren süreçte, neoliberal kriz yönetme stratejisinin uygulanmasını savunanlara göre, IMF’nin tekrar devreye girmesi de bir sonuç vermeyecekti. “Paranın demokratik yönetimine son vermeyi” bir slogan haline getirerek, “merkez bankalarının bağımsız” olması gerektiğini savunan MIT öğretim üyesi Rudiger Dornbusch’a göre, o günün koşullarında, Arjantin’in krizden çıkması için devletin parasal ve mali konularda egemenliğinden feragat etmesi şarttı. Müteveffa Dornbusch, 2002 Mart ayında Financial Times gazetesinde yayınlanan ve epey tartışma yaratan bir yazısında, 1920’lerdeki Avusturya deneyimini örnek göstererek, “deneyimli yabancı merkez bankacılarından oluşturulacak bir kurulun”, Arjantin’in para politikasını yönetmesi gerektiğini ileri sürmekteydi. Merkez bankasının bağımsız olması temel ilke ise, uygulamanın başarılı olması, diğer bir deyişle, uluslararası finans piyasalarının arzu ettiği finansal istikrarın yeniden sağlanması için, para politikasını yönetenlerin yabancı olmasına tepki göstermek doğru olmayacaktı. 

Burada neoliberal politikaların uygulandığı ülkelerin halklarına verilmek istenen bir mesaj vardır: söz konusu uygulamalar, bir istikrarsızlık nedeni değildir. İstikrarsızlık ülkelerin uyguladıkları yanlış politikalardan ya da yeterli kurumsal düzenlemeleri yapmamalarından kaynaklanır. Neoliberal yaklaşıma uygun olarak izlenen politikaların yol açtığı yoksulluk ve toplumsal eşitsizliklerin, ancak yapısal reformları sürdürerek giderilebileceği savını ciddi ciddi ileri sürebilmek için bunalımın sorumluluğunun siyasal kadrolara yüklenmesi gerekiyordu. Devletin kendisinin reformdan geçirilmesi söyleminin giderek yaygınlaşması ile piyasayı kısıtlayan müdahalelerde bulunan bir devlet yerine, piyasa ekonomisinin daha etkin sonuçlar vermesini sağlayıcı müdahaleler yapacak bir devlet imgesi egemen kılınmak istenmekteydi. Günümüzde, Milei’nin söylemlerine yansıyan da tam da budur. 

Ancak IMF’ye ve neoliberal kriz yönetim stratejisine bağlılığını, 2001-2008 döneminde, birbirini izleyen üç yıllık stand-by anlaşmaları ile yineleyen Türkiye’den farklı olarak, Arjantin’de 2003’de yapılan seçimlerde iktidara gelen yeni yönetim, IMF ile ilişkileri askıya alıp, mevcut dış borçlarını kendi belirleyeceği koşullarda ödeyeceğini ilan edecekti. İlk aşamada, devletin dış borç yükünü ciddi oranda düşürerek, yeniden ekonomik büyüme koşullarını yaratma, işsizliği azaltma ve yoksullukla mücadelede önemli kazanımlar sağlayan bu politika yaklaşımını, 2008 küresel finansal krizi sonrasında sürdürmek giderek zorlaşmıştı. Arjantin’de yasal statüsü zaten tartışmalı olan merkez bankasının bağımsızlığı, devlet başkanının döviz rezervlerinin kullanımını bir kararname ile hazineye devretmesi ile birlikte, yeniden sorun olacak; izleyen süreçte ekonominin iç ve dış dengelerinin bozulması yeni siyasal gerilimleri beraberinde getirecekti.  

2015’te yapılan başkanlık seçimlerinde iktidara bir kez daha, uluslararası finans piyasalarının tercihlerine uygun bir politika izleyeceğini vaat eden bir yönetim gelecekti. Ancak “değişim” sloganı ile iktidara geldikten kısa bir süre sonra, hızla artan dış borçlar karşısında, “piyasaların güvenini tazelemek” amacıyla 2018’de yeniden IMF ile anlaşma yapma noktasına gelen söz konusu iktidar için sonun başlangıcı ufukta belirmişti. Kredi derecelendirme kuruluşlarının yaptıkları değerlendirmelere göre, dış borçlarını ödeyememe tehlikesinin ufukta belirdiği beş kırılgan ülkeden biri Arjantin’di. İmzalanan stand-by programına rağmen Arjantin’de kriz büyümekte, halk yine sokaklarda IMF’yi protesto etmekteydi. Arjantin halkı, emek piyasalarının esnekleşmesinin yanı sıra, ücretlerde ve emekli maaşlarında kısıntıya gidilmesini talep eden IMF anlaşmasına karşın, 25 Eylül 2018’de genel greve giderek krizin maliyetini üstlenmek istemediğini gösterecekti. Toplam nüfusun dörtte birinden az olmadığı belirtilen yoksulluk sınırının altında yaşayanların stand-by programına yönelik iyimser beklentileri olması mümkün değildi. Çarpıcı olan, IMF’nin de bu gerçeğin farkında olmasıydı. Stand-by anlaşmasında, programın uygulanmasının yol açacağı olumsuzluklardan, halkın en güvenceden yoksun kesimlerinin korunması için çaba harcanacağının belirtilmesi bunu göstermekteydi. Ancak 2019 bütçesinde önceliğin, dış borçların ödenmesi için faiz dışı fazlanın gerçekleştirilmesine verilmesini talep eden IMF stand-by anlaşmasından, yoksullukla mücadele adına fazla bir şey beklemenin anlamlı olmadığı açıktı. Üstelik stand-by programının koyduğu hedeflerin de gerçekçi olmadığı, bu hedeflerin IMF tarafından aynı yıl revize edilmesiyle itiraf edilmiş olmaktaydı. Anlaşma ile Arjantin’e üç yıl boyunca sağlanacak kredi miktarının 7 milyar dolar artırılarak, IMF tarihinin en yüksek kredisi olduğu IMF başkanı C. Lagarde tarafından belirtilen 57 milyar dolara yükseltilmesi de krizin boyutları hakkında bir fikir vermekteydi. 

Arjantin’in IMF ile olan inişli çıkışlı ilişkisi, 2019’daki iktidar değişikliği sonrasında da devam edecekti. Yeni yönetim, pandemi koşullarında, kısmi bir borç ertelemeyi, kimi yorumculara göre, kısmi bir moratoryumu, borçların sürdürülebilirliğini sağlamak için gerekli olduğu gerekçesiyle savunmaktaydı. Nitekim, aynı yönetim, 2022’de IMF ile koşulları öncekilere kıyasla daha elverişli olduğu iddia edilen bir borç erteleme anlaşması imzalayacak, bu da IMF’nin bir kez daha günah çıkararak, 2018 anlaşmasının Arjantin ekonomisini olumsuz etkilediğini kabul ettiği şeklinde yorumlanacaktı. Ancak, bu tür iyimser yorumlara karşın, söz konusu anlaşmanın ülkede yarattığı tepkiler, ekonomiden sorumlu bakanı istifaya zorlayacaktı. Daha önemlisi, hayat pahalılığı ve önceki yönetimden devralınan ödemeler dengesi sorunlarının giderek, toplumun geniş kesimlerinin yaşam koşullarını tahammül edilmez hale getirmekte olmasıydı. Korkut Boratav’ın 2018 sonrası Türkiye için tanımladığı ifadeyle, Arjantin’de yaşanan sadece bir ekonomik kriz değil, ağır bir “toplumsal bunalım”dı. 

KRİZLERLE BESLENEN NEOLİBERALİZM SERÜVENİNDE SON PERDE: MILEI İKTİDARI

İstifaya zorlanan ekonomiden sorumlu bakanın yerine gelen bakanın, iktidar partisinin başkan adayı gösterildiği 2023 Kasım seçimlerde, meşruiyetini yitirdiği ileri sürülen siyasal düzenin temsilcilerine karşı, farklı toplumsal kesimlerin yaşadıkları umutsuzluk ve çaresizliklere son verecek bir alternatif olarak ortaya çıkmıştı Javier Milei. Ve yaşanan toplumsal bunalımı aşmak için neoliberal kriz yönetim stratejisini ödünsüz bir şekilde uygulama sözü vermekteydi. Milei’nin seçim zaferi, çoğu kez unutulan bir gerçeği çarpıcı biçimde hatırlatması açısından da önemliydi. Siyasal meşruiyeti sorgulanan iktidarların toplumsal desteğini yitirmesi, toplumsal düzende egemen olan anlayışın değiştiğine, bir başka ifadeyle, neoliberal hegemonyanın sona erdiğine işaret etmez. Tam tersine, Milei’nin seçim zaferinin anlamı, yaşanan toplumsal ve ekonomik krizlerden beslenerek yeniden güç kazanan neoliberal hegemonyanın seçim sandığına yansımasıydı. 

Ancak bu aynı zamanda, neoliberal kriz yönetimi açısından tam bir fiyaskoydu. Zira, bir yandan, Milei yönetiminin emekli maaşlarından, eğitim ve sağlık hizmetlerine kamu harcamalarını gaddarca kısması, işsizliğin artması ve reel ücretlerin düşmesi ile birlikte, toplumsal protesto eylemlerinin artmasına yol açarken, diğer yandan döviz kurunun enflasyonla mücadelenin temel çıpası olarak kullanılması politikasına geri dönülmekteydi. Bu ise, bir kez daha ödemeler dengesi açıkları sorununun vahim boyutlara ulaşmasına, dolayısıyla, Nisan 2025’de Milei yönetiminin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamasına neden olacaktı. Ancak, birçok yorumcunun vurguladığı gibi, IMF anlaşmaları ile sağlanan dış krediler büyük ölçüde, ülkeden sermaye kaçışını hızlandıran bir rol oynamaktaydı. Bunun nedeni ise, döviz kurunun enflasyonla mücadelenin temel çıpası olarak kullanılması sonucu, pesonun aşırı değerli bir para konumunu kazanmasıydı. IMF anlaşmasına karşın, döviz rezervlerinin hızla erimesi de bunun bir başka sonucuydu.  Dornbusch’un 2002’deki aykırı gibi gözüken önerisinin 2025 yılında aldığı somut biçim olarak da irdelenebilecek Trump yönetiminin, yukarda belirttiğimiz şekilde kesenin ağzını açarak, istikrarı sağlamak için “ne gerekiyorsa yapmaya” karar vermesi ise hem Milei fiyaskosunun itirafıydı hem de neoliberal kriz yönetiminin iflasını simgelemekteydi. 

[1] “Neoliberalizmin Açmazları ya da Arjantin Fiyaskosunu Tartışmanın Önemi” (Pınar Bedirhanoğlu ile birlikte) Birikim 154, Şubat 2002, 18.23. 

[2] Bu dönemin kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. G.L. Yalman (1984) “Gelişme Stratejileri ve Stabilizasyon Politikaları: Bazı Latin Amerika Ülkelerinin Deneyimleri Üzerine Gözlemler”, İ.Tekeli ve diğerleri, Türkiye’de ve Dünyada Yaşanan Ekonomik Bunalım, Yurt Yayınları, 148-156.