Anlamaya Çalışmanın Sınırı Nerede?

Bilgi edinmenin, analiz yapmanın ve anlamlandırmanın yarattığı sahte ilerleme hissi, insanı kolayca kandırabilir. Zihin, sorunun çözüldüğünü sanır; bu geçici bir rahatlama getirir. Ancak davranış değişmediği sürece bu his kalıcı olmaz ve döngü kendini tekrarlar. İlginçtir ki, bu döngü en çok zeki ve farkındalığı yüksek insanları içine çeker. Çünkü karmaşık bağlantıları hızla kuran, kendini dikkatle gözlemleyen biri için içgörüler oldukça ikna edici ve parlak görünür. Ama içgörü, dönüşüm için yeterli değildir; yalnızca onu mümkün kılan bir başlangıçtır.

Birçok kişi için tanıdık bir döngü: Önce tıkanmış hissedersin. Ardından zihnin çözüm arayışına girer; düşünceler eşelenir, bağlantılar kurulur. Sonra içgörü gelir ve güçlü bir “anladım” hissiyle birlikte içini ferahlatır. O an, haritaya bakmak gibidir: Nerede olduğunu ve nereye gideceğini bildiğini düşünürsün.

Ama zaman geçtikçe her şey eski haline döner. Aynı davranışlar, aynı ilişkisel örüntüler, aynı ertelenmiş adımlar geri gelir. Bu tekrarlandıkça, kişi kendine karşı daha katı hale gelir. “Bu kadar şeyi bilip hâlâ neden aynı yerdeyim?” sorusu, bir iç yargıça dönüşür.

İçgörü, zihin için güvenli bir limandır; değişim ise bedenle, ilişkilerle, alışkanlıklarla temas etmek anlamına gelir. Bu temas her zaman kolay değildir çünkü gerçek değişim dağınıktır, tahmin edilemezdir ve kişiyi dengesinden eder. Zihin netlik ister, değişim ise çoğu zaman bulanıktır. İşte bu yüzden kişi, bilgiyle bir şey yaptığını sanarak hareketi erteler. Bir şeyin adı konduğunda iyileşme başlamış gibi hissedilir ama bu bir yanılsama olabilir. Zihin, farkındalıkla çalışır; ama gölge taraf bedensel, davranışsal ve ritüel düzeyde işlemeye devam eder. Bu yüzden farkındalık, kendiliğinden değişim üretmez. Değişim yaşamın akışına dokunur fakat iç dünyanın daha kırılgan tarafları bu dokunuşlara her zaman hazır olmaz. Davranış değişmediğinde bu genellikle bir isteksizlikten değil, içerideki bir dengenin bozulmaması arzusundan kaynaklanır. İnsan sadece ilerlemek isteyen bir varlık değildir; aynı zamanda kendini korumak ister.

Değişimin beraberinde getirdiği belirsizlik, kimlikte küçük bir yerinden oynama hissi, alışıldık benliğin çözülmeye başlaması… Tüm bunlar iç dünyanın kararsız bölgelerini tetikler. Sabotaj da çoğu zaman buradan doğar. Bir taraf ilerlemek isterken, başka bir taraf bir şeyleri kaybetme ihtimali karşısında frene basar. En küçük tökezlemede kişiyi sıkıştıran, yeterince iyi olmadığını söyleyen, kusursuzluğu şart koşan taraf ne kadar sertleşirse durumları/olayları/kişileri analiz etmek o kadar cazip hale gelir. Çünkü analiz bir süreliğine bu baskıyı susturup ’tamam, mesele anlaşıldı, sorun çözüme kavuşuyor’ hissi verir. Bu küçük bir rahatlama yaratır. Ama davranış değişmediğinde gerçek bir ilerleme olmadığı için o iç baskı yeniden ortaya çıkar. Yani eleştiren taraf tekrar devreye girer, bu da kişiyi yeniden sıkıştırır. Bunların hepsi insanı dünyaya tam adım atmaktan bir süreliğine uzak tutar. Çünkü adım atıldığında, geri bildirim gelir. Birinin bakışı, tepkisi, sessizliği gibi… Bu yüzden davranıştan kaçınmak, analiz etmek ve düşüncede kalmak kendini korumanın bir biçimidir.

Duygulardan uzak durmak da bu döngünün görünmez parçalarından biridir. Herkes için değil ama bazı insanlar için düşünmek duygudan daha güvenli bir alandır. Duygu bedenle uğraştırır; düşünce ise soyut, temiz, düzenli bir yer sunar. Bir hissin ağırlığına yaklaşmak yorucudur. Belirsizlikte kalmak yorucudur. Hayatta bir adım atmak, kaybedilebilecek bir şeyleri hatırlatır. Bu yüzden zihnin ince ve parlak yollarına sığınmak kolaylaşır. Düşünmek böyle zamanlarda bir çeşit korunaklı oda haline gelir. Derinlik gibi görünür ama aslında duygunun çemberini dolaşmanın da bir yoludur.

Bu korunaklı odanın içinde yaşanan ilişkiler de benzer bir örüntünün izlerini taşır. Çoğumuz çocuklukta yeterince görülmemişsek, yetişkinlikte ilişkileri farkında olmadan bir tamamlanma alanı gibi yaşayabiliyoruz. İç dünyanın yarım kalmış yanları, bir ilişkiden peri masallarının güvenini ve mükemmel bütünlüğünü beklemeye başlayabilir. Bu peri masalı beklentisi çoğu zaman çok sessiz bir yerden çalışır; kimseye anlatılmaz, hatta çoğu zaman kişi bunun farkında bile olmaz. Fakat ilişkilerde yükü artıran şey tam olarak budur: Karşıdakinin yalnızca bir insan değil, eski açığı kapatacak bir figür gibi deneyimlenmesi.

Tamamlanma arzusu ilk bakışta romantik bir şey gibi görünür; çünkü insan birine yaklaşırken doğal olarak bütünlüğünü hissetmek ister. Ama bu arzu büyüdüğünde ilişkilerde hafif bir sis yaratır. Gerçek bağın kurulduğu yer olan sıradan temaslar, basit yakınlıklar, karşılıklı kabul gibi zeminler görünmez hale gelir. Çünkü tamamlanma beklentisinde olan kişi, ilişkideki kırılgan anları tehdit, gerçek farklılıkları uyumsuzluk, doğal sınırları ise eksiklik olarak görebilir. Böyle olduğunda yaşanan ilişki değil; zihindeki idealleşmiş tamamlanma hikayesi korunur, bu hikaye korunurken gerçek sevgi gözden kaçabilir. Çünkü gerçek sevgi tam da mükemmel olmayan temaslarda belirir.

Böylelikle içgörü bağımlısı kendini tüm tehlikelerden korumak için sürekli analiz edip düşünerek hayattan geri dururken, en büyük arzusu olan gerçek teması, görülmeyi ve bağ kurmayı kaçırır, bir entelektüel süs olarak içgörüyü takınır. Fakat gölge, temasla birlikte ortaya çıkacak olan gerçekliğin ağırlığında, hala onu beklemektedir.

Anlamaya Çalışmanın Sınırı Nerede? was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.