Geçtiğimiz hafta sonu Lidya Antik Bağ Rotası’nın yerel üreticileriyle buluşmak üzere Manisa’daydık. Sonbaharın göz alıcı renkleri arasında iki gün boyunca Manisa’nın bağlarında dolaştık. Mevsimden beklenmeyecek kadar cömert bir güneş günümüze eşlik etti. Antik Lidya bağ rotasında binlerce yıllık kadim kültürün zamansızlığında, zaman zaman rüzgârın taşıdığı hafif üzüm kokusuyla birlikte zamanı unuttuk. Baktığımız her köşede başka bir renk ve gittiğimiz her yerde zaman ve zamansızlık vardı. Zamana yenilen insan, bellek ve zamansızlık. Ne kadar ihtiyacımız var değil mi derdimizden, işimizden, alışkanlıklarımızdan sıyrılıp şöyle derin bir nefes almaya? Memleketin derdini dert edinenler, can pazarında didinen insanları görmezden gelmeyenler için belki daha büyük ihtiyaç kendine zaman ayırmak. Daha önemlisi kendini dinlemek. Öğrenmek, okumak, gezmek ve dinlemek. Binlerce yıllık akıl ve el emeğinin eseri toprağın sükûneti, bizim acelemizi içine alıp eritti. Manisa Gastronomi Derneği ve Lidya Antik Bağ Rotası Üreticileri bize Manisa’nın tarihi ve kültürel mirasını tanıttılar. Bizi yöreye özgü lezzetlerle tanıştırırken bağcılığın durumunu ve bir araya geliş amaçlarını paylaştılar.
Bu topraklarda yürürken mitolojik öyküleri ve antik dünyanın bilgelerinin, kahraman ve krallarının öyküleri, efsaneler eşlik eder size. Geçmişten süzülen ve doğada can bulan öyküler eşlik etti gezimize. O bereketin lezzetlerini deneyimledik. Asma deyip geçmeyin. Bu öykülere, inançlara, zaferlere, yaşam döngüsüne eşlik etmiş çok özel bir bitkidir o. Bazen binlerce yılık bir mermer sütun başından, Kybele’nin başında bir taçtan selam vermesi rastlantı değildir. Verimin simgesidir. Yıllarca insanoğlunu meyvesiyle, yaprağıyla beslemiş; şırasıyla, şarabıyla lezzet ve yaşam enerjisi sunmuştur. İnsanın inancına, maneviyatına da hayat enerjisine, eğlencesine, direncine de eşlik etmiştir. Gövdesi çatlamış asmaların arasında bugün şarabın Tanrısı Dionysos da onu koruyan Nymph’ler de hâlâ insanın en değerli eylemi olan toprak işçiliğine, emeğe selam verircesine dolaşıyor olmalı.
Tanrıların Tanrısı göklerin hâkimi Zeus’un oğlu, doğanın dönüşümünün eşlikçi ve koruyucusu Dionysos’un annesi Semele Manisalıdır. Dionysos’un çocukluk hikâyesinin Nysa’nın (Spil) mağaralarında, Ege’nin yamaçlarında geçtiği söylenir. Hera’nın hışmından korunmak için ona can veremeden ölen annesinin karnından sonra babasının baldırında doğurulmayı ikinci kez beklediğinden olsa gerek, hem yıkımı hem yeniden doğuşu hem de yaşam sevincini simgeler. Adına atfedilen “iki kez doğan” sıfatı boşuna değildir: tıpkı bağların her yıl yeniden ölmesi ve dirilmesi gibi. Dionysos bereketin, şarabın, coşkunun, tiyatronun ve eğlencenin tanrısıdır. Yunanca keçi anlamına gelen tragos kelimesinden doğan trajedi kelimesi çıkışını yine Dionysos’un yıllarca çektiği çileden alır.
***
Dionysos, ömrü boyunca Hera’nın kıskançlıklarından kaçmış, korunmak için kılıktan kılığa girmek zorunda kalmış, Tanrıların ve perilerin koruması altında doğaya da insana da can olmuştur. Söylenceye göre Hermes, onu bir oğlağa dönüştürüp bir mağaraya sakladığında Dionysos, doğanın en temel sırrını öğrenir: dönüşmeye razı olan her şey çoğalır. Balı şaraba dönüştürmenin, asma çubuğunu toprakla buluşturmanın, güneşi şişenin içine çağırmanın bilgisi orada kazanılır. Üzüm şırasının şaraba dönüşümüyle çağlar boyu sürecek, pek çok sebeple kutsallaşacak ve yaşamın temel eşlikçisi olacak bu çok özel içkinin öyküsü böyle başlar.
Bugün Ege adıyla andığımız bu zengin coğrafya da adaşıdır bir anlamda Dionysos’un. Aigai (Ege) uygarlığı Manisa’nın Yunusemre ilçesinde, İÖ ikibin yılında bu topraklara Yunanistan’dan göç eden Aiollerce kurumuştur. Aigai adı da Yunanca aiga yani keçi kelimesinden türemiştir. Bugün çok katmanlı, kökleri ve çeşitliliğiyle bizi büyüleyen coğrafyamızın, kentlerimizin kimliği de; yaşanmışlıkları birbirine aktaran, var oluş kavgasında yakıp yıktığı kadar bu yıkımlardan, acılarından öğrenen ve üst üste koyan bir geleneğe ve keçi direncine sahiptir. Zeytin’in Ege’den deniz ticaretiyle Avrupa’ya topraklarımızın armağanı oluşu gibi, şarap da Kafkasya’dan, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan, Ege’ye açılan en önemli güzergâhlardan biri olan bu topraklardan Avrupa’ya ulaşmış ve medeniyetin kaynakları arasında önemli bir taşıyıcı unsur olmuştur. Yazık ki bu anlamda bu öncülük yıllar boyunca savaşlar ve ayrımcılıktan nasibini alarak kesintiye uğramıştır. Ülkemizi önemli bir ticaret hattından düşüren baskılar ve gerileme döneminin ardından canlanan bağcılık ve güçlü markalarla üretim bugün gecikmiş başarılar getiriyor. Ne güzel.
Dionysos’un bereketi, Frigya Kralı Midas’a dokunduğunda kader yön değişirir. Altına boğulan kral, açlıkla sınanır ve sonunda Spil dağı eteklerinde Sart Çayı’na sığınır. Dionysos’un cömert dokunuşunun büyüsü orada suya karışır. Altın tozları, Lidya’nın zenginliğine; Kroisos’un dillere destan hazinelerine dönüşür. Halk arasında sıkça kullanılan ‘Karun kadar zengin’ deyimi Lidya Kralı Karun’u işaret eder. Efsane böyle söylüyor bize. Ve biz biliriz ki her efsane, toprağın hafızasında bir gerçek kırıntısı taşır. O hazine; Manisa’nın verimli suları, toprakları, bağlarında her mevsim başka renk bir denize dönüşen asma fideleriyle sofralarımıza, damağımıza ulaşıyor bugün. Homeros, deniz için “oinops pontos” der: “Şarap renkli deniz.” Ege’nin hem denizini hem üzümünü aynı imgeye taşıyan bu tanım Manisa’da asmalar göz verdiğinde yeşilin tonlarıyla, Sultaniye taneleri olgunlaştıkça koyulaşan sarının geçişleriyle ve bizim gezimize eşlik eden sonbaharın turuncularıyla, kızıllarıyla hep başka türlü ve büyüleyici.
Salt soframızın, köylümüzün, üreticimizin değil ülkemizin sofrasında geleceğe güvenli dönüşüme, ekonomisiyle gelişimine anahtar olan stratejik bir ürün olan üzümün, bağcılığın, tarımın değerini bilmeliyiz. Bugün ülkemizi bir zamanlar dünyanın en önemli üreticileri arasına taşıyan bu verim bir kez daha Hera’nın gadrına uğrar gibi. Dionysos’un mirası yalnızca altın değil, acıdır da. Ege’nin hemen karşı kıyısından Midillili düşünür Alkaios’a atfedilen “in vino veritas” sözü, günümüze aktarılan kolaycı yorumlardan çok daha fazlasını söyler kanımca. Bu nedenledir ki yaşlı Plinius’tan Plutarkhos’un Moralia’sına değin pek çok yerde ‘şarapta gerçek vardır’ sözü derinlikli yorum ve önermelerle kendini gösterir. ‘Şarap gerçeği söyler.’ Bu yüzden günümüzde Dionysos’un sunduğu bereket; ihmal edilen toprağın, hoyratça kullanılan suyun, kesilen ağacın yasını açığa çıkarıyor. Ege’nin yeşilinde kuruyan dere yatakları, mevsimsiz donlarla kavrulan bağlar, vergilerle boğulan, zorluklarla savaşan üreticiler… Hepsi bugün toprağımızın iç yakan ve ziyan edilen verimine ağıt. Gerçeğimiz.
Dionysos sadece şarabın değil; coşkunun, yaratıcılığın, toplumsal baskıların askıya alındığı zamanların, tiyatronun, diriliş ve ölüş döngüsünün tanrısıdır. Bu nedenle şarap kültüründe hem “yaşam sevincinin” sembolü hem “insanın karanlık gerçeğini gören” figürdür. Dionysos’un kültü, yaşamın en önemli sırrını hatırlatır: paylaşmak. Şarabın olduğu hiçbir şölen tek başına değildir. Lezzet çoğaldıkça anlam kazanır. Bağbozumu yalnızca ürün toplamak değildir; emeğin, dayanışmanın, sofranın bir araya gelişidir. Antik çağlarda Dionysos şenlikleri, toplumsal bir ritim yaratır: kuralların gevşediği, çözüm üreten, insanların eşitlendiği, neşenin omuz omuza taşındığı günler. Bu nedenle üzüm şırasının şaraba dönüşmesindeki o mucize, insanlık tarihinin en eski ritüellerini, neşelerini, yaslarını ve bereket dualarını besleyen bir kültüre dönüşür ve coşkuyla kutlanır. Çünkü Tanrı bilir ki kalabalıkla paylaşılan mutluluk, yalnız başına biriktirilmiş zenginlikten daha değerlidir.
Bugün de İç Ege’nin geniş bir coğrafyasına yayılmış altı yerel üretici; Heraki, Kastro Tireli, Kavaklıdere Pendore, Nif, Selendi ve Sobran bağları benzer bir duyguyla aynı amaç ve istekle birlikte. Topraktan sofraya uzanan bu yolculuğun sadece ekonomik bir faaliyet değil, kültürel bir hafıza aktarımı olduğunu görerek bambaşka ve bütüncül bir deneyim için kolları sıvamışlar. Bu üreticiler, kendi kazançlarının ötesine geçen bir niyetle; bölgenin geçmişini, gastronomisini, geleneklerini ve doğasını koruyan bir bilinçle çalışıyorlar. Altın asmaların ülkesi Lidya’ya yeni fideler ekiyor, lezzeti çeşitlendiriyor, antik reçeteleri çağdaş yorumlarla buluşturuyor, tarihin nefesini bugünün sofrasına taşıyor ve kentlerinden ülkemize uzanacak örnek bir model için çabalıyorlar. Geleceğimiz için her anlamda daha iyiye ihtiyacımız var. Daha iyi günler için ekonominin büyümesi ve devamlılığı kadar köyden kente eşit ve adil yaşam için, mutlu üretici ve mutlu tüketici için, yerinden ve yerelden kalkınmanın önemini çok iyi kavramış bir yerel yönetim bakışı var Manisa’da. Çok erken yitirdiğimiz sevgili başkanımız Ferdi Zeyrek’le başlayan dönüşüm şimdi Besim Dutlulu başkanımızın değerli desteği ve yetkin ekiplerinin emeğiyle kendini gösteriyor. Üreticilerimiz yalnız olmadıklarını hissediyorlar. Bu çok önemli.
Manisa Kurtuluş Müzesi’nde; Cumhuriyetimizin kuruluş öyküsüne evrilecek olan kentin işgalden kurtuluş sürecini anlatan görselleri, savaşların yıkım ve acısını yüreğimizde hissederek incelerken bağımsızlık mücadelemizin güçlü kahramanlık öykülerinin yanına mübadelenin sırf inançları farklı olduğu için vatanından, komşularından, sevdiklerinden koparttığı insanların acılarını koymadan edemedim. O kopuş kültürümüzün zenginliklerini, bilgi ve deneyimini de sürgün etmiş, üzümün ülkesini dünyaya öncülük edecek bilgi ve birikimden de kopartmıştır. Bedelini topraklarımıza, verime, ekonomiye, gelişime de ödeten yeni acılar üretmiştir. Bağ kültürü, yüzyıllarca birlikte yaşayan halkların ortak emeğiydi. Gönderilenler buralıydı. Bu vatanın çocukları, bu toprakların geleneğiyle yetişmiş bizim insanlarımızdı. Yoklukları bilgiyi, tohumu, kültürü ve toprağın bereketini de eksiltti. Yıllarca sadece sofralık üzüm üretimine zorlanan üretim geleneğinin bugün bölgede Sultaniye, Bornova Misketi, İrikara, Çalkarası başta olmak üzere çeşitlilikle üretilmesi, dünya ölçeğinde önemli ödüller getiren şaraplara dönüşmesini, özel toprakların özel notalarıyla gövdelendiğini görmek sevindirici. Bu lezzetleri, yörenin yemek kültürüne eşlik eden eski tariflerle buluşturup yeni yorumlarla özel reçetelere dönüştüren Taş Fabrika Restoran ve Nif Bağları mutfaklarının sofralarında deneyimlemek de kalkınmanın tamamlayıcı tarafına yapılan yatırımın önemine çok güzel birer örnek. Üretimin tarihle zenginleşen ve farklı deneyimleri bir arada sunan yeni bir turizm rotasına dönüşerek güçlenmesi tarım politikalarımıza şekil verenlerin göremediği, fırsatlar barındıran derinlikli, tamamlayıcı ve önemli bir vizyon.
***
Bugünlerde ülkemizde üzüm üretiminin bağcılığın merkezi Manisa’da da Ege’de de Anadolu topraklarında çiftçimiz Hera’nın lanetini emanet alanların elinden gelen türü zorlukla boğuşuyor, ayakta kalmaya çalışıyor. İklim krizi, küresel ısınma gibi doğal faktörlerin yanına adeta tarımı topyekûn bitirmek isteyen iktidarın müdahalelerini eklersek bırakın Dionysos’un koruyucu perilerini, Toprak Ana’ya bile kanlı gözyaşları dökmek düşüyor. İşte bu yüzden bugün çatlayan toprak, kuruyan dereler, rant projelerine terk edilen araziler sadece ekolojik krizin değil; kültürel bir kopuşun, politik bir körlüğün, çıkar odaklı bencilliğin sonucudur. Neo Liberal politikaların bilgisiz, yoz ve bilinçsiz kaba elleri yürüdükleri yolların atında her katmanda yatan yer yer gün yüzüne çıkarılan eserlerden, sanattan ve estetikten o kadar uzaklar ki asırlardır savaşlara, lanetlere, kıyımlara, göçlere, yok oluşlara, afetlere, değişime, dekadansa tanıklıkla ağlayan Niobe’nin kayadan bir göz olup akıttığı yaşlar da berbat bir amfi tiyatro özentisi uğruna kurumuş, akmaz olmuş.
Bu toprakları neoliberal politikaların hoyrat, estetiksiz ellerine bırakmak; binlerce yıllık bağcılık geleneğini, Dionysos kültünün paylaşıma dayalı ruhunu, yaşama olan inancını, bağlılığını ve halkların ortak emeğini yok saymaktır. Umut; toprağına sahip çıkan üreticide, iktidarın tıkadığı yollarda desteğiyle ön açan doğru yerel yönetim anlayışında, emeğe saygı duyan tercihini yerel üreticiden, küçük esnaftan yana kullanan tüketicide, kültürüne saygı duyan her yurttaşta…
Bu rotadan ayrılırken yanımıza aldığımız üç şey vardı: bilgi, deneyim ve aktarım. Bunlar bize emanet edildi; yerel üreticilerin, bağ işçilerinin, toprağın ve tarihin hakkı olarak. Üreticilerimizin yüklendiği sorumluluğu tamamlayacak olan irade Dionysos’un hatırlattığı o eski bilgide saklı: “Paylaştıkça çoğalır yaşam.” Bağların ve üretimin kaderi yalnızca çiftçinin değil, ortak aklın, vicdanın ve sorumluluğun meselesidir.