Hiç var olmamış gibiydi. Gökyüzüne baktı. Bir kırlangıç geçti. Yüzünü buruşturdu. Daha önce binlercesini görmüştü. Ne vardı, daha önce hiç görmediği bir kuş görse?
Yola çevirdi bakışını. Yol boyunca, yokuş aşağı dizilen ağaçlara… Her birinde kaç kuş vardır acaba? Ya da çoğunda hiç yoktur. Zaten olmaz, olsaydı bu gerçekten ilginç olurdu, bu gri binalarla dolu şehirde.
Aklına birkaç tanıdık geldi. Neredeler acaba? Ya da ben neredeyim? Neden bu yoldayım? Başka bir yerde olma ihtimalim kaç? Neden özellikle buradayım?
Yokuş aşağı yürümeye başladı. Ne kadar durmuştu orada? Biri onu görmüş müydü? Hakkında ‘garip biri’ diye düşünebilirdi. Utandı.
Bulunduğu yerden bir an önce uzaklaşmak istedi. Yol bitmiyordu. Zaten bir yere de çıkmıyordu. Yolun bitmesini istiyordu ama sonunda merakını çekecek bir şey olmadığı biliyordu. O zaman neden yolun bitmesini istiyordu.
Keşke yanında biri olsaydı. Biraz konuşur, şakalaşır, eğlenirlerdi. Karşı kaldırımda birini gördü. Tipi pek hoşuna gitmedi yine de ona yaklaşabilirdi. Yalnızlıktan iyiydi.
“Bu yol ne zaman bitecek?” diye söylendi. Canı sıkıldı. Şu adama yaklaşsa ne olurdu? Sıkıcı birine benziyor. Yürüyüşü de komik. Yol bitmiyor gerçekten.
–
Evet bitmeyecek, o adama da yaklaşmayacaktı. Yalnız olduğuna inanıyordu ve bunu kabul etmek istemiyordu. Çabalıyordu ama sadece zihninde. Dışarı akıtmıyordu.
Yola baktı, devam etti yürümeye, umutsuz bir biçimde. Kendine dışarıdan baktı, yine kabullenemedi. Bir daha asla inanmayacaktı kendisiyle ilgili söylenenlere. Doğru değildi hiçbiri. Doğru olan tek şey yolun kendisiydi.
Bazen birileri yanına geliyor, onunla yürümek istiyorlardı. O ise yandan bir gülümsemeyle gözlerine bakıyordu. İçinden sevinç çığlıkları atıyordu. Asla belli etmemeliydi, yol uzundu. Kim onunla bu yolu yürümek isterdi ki?
“Ne çok araba var,” diye düşündü. Aynı zamanda ne çok insan. Ama o insanların hiçbiri onunla bu yolu yürüyebilecek kadar cesaretli değildi.
Halbuki o sürekli yandan gülüşünü sergiliyordu. Sana gülüyorum. Tam şu anda. Gözlerine bakıyorum ve sana gel diyorum. Dudağının kenarını davetkâr bir şekilde yukarı kaldırıyordu: Gel.
İşte o zaman başlıyordu olacak olanlar. Nedendir bilinmez, ayağı yanındakine takılıyor, tümseklerde zorlanıyor, çukurlara düşüyordu. Bir de karşısına koca bir direk çıktığı zaman, kafayı öyle bir vuruyordu ki, kendine dönmesi çok ama çok uzun zaman alıyordu. Sanırım gözleri kararıyordu. İşte bu yüzden, hâlâ yolda mı bilmiyordu. Kendini göremediğinin farkında olacak ki drama yaratmadan yoluna devam ediyordu.
Ben biliyorum, o hâlâ yolda, kendi yolunda. Ama niyetini ben de bilmiyorum. Neden o yolu yürüyor, nereye gitmek istiyor? Bir tahminim var aslında.
Çaresiz. Bu yolda, bir şekilde belirdi ve ne yapacağını bilmiyor. Kendi arzuları ile sistemin arasında kaldı. Yolu yürümek zorunda, başka çaresi yok.
Akış (2025) was originally published in Türkiye Yayını on Medium, where people are continuing the conversation by highlighting and responding to this story.