12 Eylül’den Saray rejimine: AKP’nin uçan medyası…

“Erdoğan’ın uçağına binen gazetecilere soracakları sorular önceden veriliyor”, “Erdoğan’ın uçağına binen gazeteciler soracakları soruları İletişim Bakanlığı’na bildiriyor, başka soru soramıyor” bu ve benzeri söylemler aslında uzun zamandır herkesin bildiği ve büyük ölçüde de kanıksadığı uygulamaları anlatıyor. Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici’nin bu durumu belgelendirmesi ile meslek adına utanç verici olmanın yanında benlik saygısı bulunan hiç kimsenin kabul edemeyeceği bu ilişki şekli yeni medya düzeninin bir kez daha tartışılmasını sağladı.   

Öncelikle bu uçak meselesinin AKP iktidarı ile birlikte nasıl dönüşüm geçirdiğini hatırlayalım. 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan ANAP iktidarlarına kadar Başbakanlar ya da Cumhurbaşkanlarının özel uçakları yoktu,  liderler daha çok karayolunu kullanıyor ya da tarifeli uçaklarla seyahat ediyorlardı.  Arada uçak kiralandığı da oluyordu…

1988 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal’a Gulfstream tipi bir özel uçak alınmasıyla Başbakanların özel uçakla seyahat etmesi dönemi başladı. Özal bu uçakla daha konforlu seyahat etmenin yanısıra uçağına aldığı bazı gazetelerin Ankara temsilcileri ve yazarlarına verdiği demeçlerle gazetelerde yer alacak haberleri de büyük ölçüde kontrol ediyordu. Özal’ın seyahatlerinde muhabirler yerine Ankara Temsilcisi ve yazarları tercihi medya literatürüne “Uçan gazeteciler-koşan gazeteciler” nitelemesinin girmesine de yol açtı. Özal’ı her adımında takip eden muhabirler kamuoyuna açık etkinlikleri haberleştirebiliyor, önemli haberler hep uçağa binenlerin kaleminden duyuluyordu. Ancak uçan gazetecilerin eline soruların verildiği ya da onların önceden soruları görevlilere ilettiğine tanıklık edilmedi. Özal soruları istemiyordu ya da soru sorulduğunda öfkelenmiyordu belki ama uçağın sürekli hale gelen yolcuları da onu üzmeyecek hassasiyeti gösteriyordu.  Neyse ki bugünden farklı olarak uçağa binemeyen muhabirler Özal’a serbestçe sorularını sorabildikleri için kamuoyunun merak ettiği konuları, eleştirel olanları da kapsayacak şekilde okurlarına duyuruyordu. 

Özal’dan sonra göreve gelen Başbakan ya da Cumhurbaşkanlarının uçağında da zaman zaman özel konuklar oldu ama öncelik her zaman muhabirlerde idi. O dönemlerde de soru sorma konusunda mesleki sınırları zorlayacak kısıtlamaların yaşandığına çok tanıklık edilmedi. 

2002 yılında iktidara gelen AKP ile pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da büyük bir değişim yaşandı. Öncelikle uçakların konforunun ve sayısının arttığını belirtelim. Erdoğan’la birlikte uçağa binme ayrıcalığına sadece önce Başbakanlık yeni rejimle birlikte de Cumhurbaşkanlığı tarafından davet edilen isimler sahip oldu. İktidarın siyasi tercihleri değiştikçe bu isimler değişti, gözden düşenler oldu, yerine yenileri eklendi, bazıları yeniden göze girmeyi başardı, bazılarına kesin ambargo uygulandı. Uçak yolculuğu ödül ve ceza yöntemine dönüştü. İsimler sürekli değişirken değişmeyen bir şey vardı: Erdoğan’ı kızdıracak soru sormamak, sürpriz soru sormamak, soruların eleştirel haberler yazılmasını sağlayabilecek nitelikte olmaması. Uçak mürettebatı da en az Özal’ın uçağına binenler kadar muktediri kızdırmayacak bir gazetecilik tarzı tutturmuştu ama bu yetmiyordu. Önceleri çoğunluğu bizzat mesleğin içinden gelen basın müşavirleri, iletişim koordinatörleri “Şu ifade yerine şunu kullanır mısınız” ricasında bulundu, sonra “Şu yanıtı yazmayalım” denildi, yerine yeni metinler önerildiği de oldu. Yani sözcük değişikliği bazen Erdoğan’ın ağzından çıkmayan yanıtların kullanılmasının istenilmesine kadar vardı. Ara ara yaşanan küçük sorunlara bile tahammül edilemeyince kesin çözüm bulundu: Soruların önceden hazırlanması. Sorular alındı, bunlar sahne koreografisi oluşturur gibi sıraya dizildi, “Hangi sorular sorulacak, kim hangi sırada sahne alacak…” Eksik sorular da bizzat bürokratlar tarafından tamamlandı, uçağa binme lütfuna erişenlerden eline soru tutuşturulanlar da oldu. 

Peki bunlar sadece uçakta mı yaşandı, elbette hayır… Çalışma şekli özelinde bakıldığında artık kamu kurumlarının kapıları gazetecilere izinle ve nadiren açılıyor, akredite olamayan gazeteciler iktidar temsilcilerinin basın toplantılarını bile izleyemiyor, TBMM gibi daha rahat çalışma olanağının olduğu yerlerde soru sorma cesaretinde bulunanlar azarlanıyor, itilip kakılıyor, gazetecilikleri sorgulanıyor, sadece soru sorduğu ya da iktidarı rahatsız edecek haberleri yazdığı için basın emekçileri işsiz bırakılıyor, bu bazen ömür boyu bir daha iş bulamamaya kadar varabiliyor… Bu ve benzeri birçok şey yazılabilir… Bunlar mesleğini evrensel ilkelerle yapmayı, halkın haber alma hakkının gereğini yerine getirmeyi ilke edinen gazetecilerin dışarıda yaşadıkları. Cezaevlerinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar gazeteci ile doldurulduğunu da unutmayalım… 

Tüm bu yaşananların temel nedenini sorgulamadan başımıza gelenleri doğru bir çerçeveye oturtmak ya da yarın bunların yeniden yaşanmasını önlemek mümkün değil… Bunun için de geriye 1980 darbesine kadar gitmekte yarar var. 

12 Eylül 1980 askeri darbesi ile başlayan neoliberalizasyon dönemi tüm yaşamın değiştirilmesini zorunlu kıldı. Tek adam rejimiyle sonuçlanan otoriterleşmenin yolundaki taşların temizlenmesi için medyanın da ehlileştirilmesi gerekiyordu. Tüm ülke zapturapt altına alınacaksa medyayı öncelikle ele almanın zorunlu olduğunu biliyorlardı. Özal’ın ağzından çıkan “2.5 gazete” sözü medya için düşünülen yeni durumun işaret fişeği idi. Özal’la başlayan süreç Erdoğan iktidarları ile büyük ölçüde tamamlandı. Evrensel ilkelerden vazgeçmeden faaliyet gösteren bir iki kurum dışında medya artık televizyonları, gazeteleri ile iktidarın istediği çerçeveye oturtuldu. 

Bu dönüşümün ilk adımları medya sahipliğini değiştirmek, gazetecileri örgütsüzleştirmek için atıldı. Bilinen tanımıyla 4. Kuvvet olarak öne çıkan medyayı kontrol altına alabilmek için iktidara yakın işadamları bazen kamu kaynakları da kullandırılarak medya patronu haline getirildi, kurumlar birbiri ardına el değiştirirken yeni gazete ve televizyonlar da kurduruldu. 

İlk büyük operasyon Erdoğan’a karşı siyasi rakip olarak mücadeleye girişen Cem Uzan’ın medya grubuna karşı yapıldı. 2003’te TMSF, Cem Uzan’ın gazete, televizyon ve radyolarına el koydu. 

Sabah-ATV Grubu 2007’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın genel müdürü olduğu Çalık Holding’e satıldı. 

“İktidar kuran, iktidar yıkan” bir güce sahip olduğu değerlendirilen Aydın Doğan’ın Doğan Medya’yı Demirören Grubu’na satmasıyla medya yapılanmasında devrim niteliğinde bir değişiklik yaşandı.  Vergi salma, ceza kesme yöntemleri ile üzerine gelinen Aydın Doğan ülkenin en etkili gazete ve televizyonlarını satarak medya sektörünün dışına çıktı. Çukurova Holding’in medya kuruluşları TMSF tarafından satışa çıkartıldı. 

Bu operasyonlara halen devam ediliyor. Buna son olarak Ciner Medya’nın el değiştirmesinde tanıklık edildi. Turgay Ciner, medya grubunu Can Holding’e sattı. Şirketten yapılan “Park Grubu ana sektörü olarak maden endüstrisi alanında global liderlik hedefine odaklanma doğrultusunda medya yatırımlarını sonlandırmaya karar vermiştir” açıklaması ikna edici olmadı. Daha çok iktidarın medya gruplarına “Tam biat” dışında bir seçenek bırakmadığı yorumları yapıldı. Ciner Grubu’nu satın alan Can Holding şimdilerde adli bir soruşturmaya uğradı, şirketlerine kayyum atandı. El değiştirmelerin nedeni konusunda tüm bir belirlilik yok ama en az akla gelen ticari gerekçeler… 

Sermaye yapısı değişirken medya sektörünün sendikasızlaştırılması, gazetecileri birlikte hareket etme, hak arama mücadelesinden geri düşürme süreci de hızla tamamlandı. AKP öncesi Doğan Medya Grubu’nun bayraktarlığını yaptığı çalışanları sendikalarından zorla istifa ettirme uygulamaları sonraki yıllarda hız kazandı. Yaşanan en çarpıcı olaylardan biri 2007’de TMSF’ye devredilen ATV-Sabah Grubu’nda yaşandı. 400’ü aşkın çalışanın Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda örgütlenme çabaları uzun süren direnişlere karşın mahkeme kararı ile sendikanın yetkisi iptal edilerek engellendi, gazetecilerin büyük bölümü işten çıkartıldı. 

Sendikalaşma girişimleri çoğu zaman işsiz kalma ile sonuçlandı. Doğan Grubu’nun Demirören’e satışı sırasında TGS’de örgütlenen 45 çalışanın iş akitleri feshedildi. 

TGS’nin örgütlü olduğu Anadolu Ajansı da sendikasızlaştırmadan nasibini aldı. O dönemde sadece Cumhuriyet ve Anadolu Ajansı’nda toplusözleşme yapma yetkisine sahip olan sendika en büyük darbeyi bu kurumda yedi. Devlet Bakanı Bülent Arınç’ın danışmanı olan Kemal Öztürk’ün genel müdürlüğe atanmasından kısa süre sonra 100’ü aşkın gazeteci mobbing sonucu emekli olmak zorunda kaldı. Geride kalanların çoğunluğu da TGS’den istifa ettirilerek işveren tarafından kurdurulan Medya İşçileri Sendikası’na üye yapılmaya zorlandı. AA’daki operasyon sonucu sektörün en fazla üyeye sahip sendikası olan TGS gücünü büyük ölçüde kaybetti. Sendikayı işyerlerinden çıkartma uygulamalarında bunlar ilk akla gelenler, Milliyet, Tercüman, Ulusal Basın Ajansı, Güneş Gazetesi ve diğerlerinde patronlar, sendikalı işçiler ve sendikaya karşı hiçbir zaman hoşgörülü olmadı. Ama örgütlülüğün aldığı en büyük darbe AKP iktidarları döneminde geldi. 

Böylelikle iş güvencesinin de yok olduğu sektörde meydan, görevini halk adına değil iktidar yararına yapmayı ilke edinen, otosansürü içselleştiren, emir ve talimat gelmeden haber yapmayan, basın müşavirleri tarafından önüne konulan metinleri haberleştiren kişilere kaldı. Bir avuç kalan bağımsız medya kuruluşlarında çalışan gazeteciler ise salt görevlerini yaptıkları için “militan gazeteciler” olarak nitelendirilerek hedef tahtasına konuldu, susturulmaya çalışıldı, tehdit edildi, cezalandırıldı. 

Ele soru tutuşturma ya da sorulacak soruları önceden bildirme, geçmişi 40 yılı aşan bir dönüşümün simgesi oldu son günlerde… Prof. Dr. Murat Somer’in “Özgür iradelerini otoriterliğe özgürce yani bile isteye teslim edenler” olarak tanımladığı “uçak mürettebatı”nın kişisel tarihlerinin utanılası sayfaları olmanın çok ötesine geçen bir durum bu. Medya neredeyse tümüyle AKP iktidarları tarafından teslim alındı. Ancak hala teslim olmayan bir avuç gazeteci, üç beş kurum giderek ağırlaşan koşullara karşın bağımsız medyanın bayrağını yükseltmeyi sürdürüyor.